Halkın ekmeğinden, yetimin hakkından, yoksulun rızkından çalanlara karşı, herkesi mücadele etmeye, ‘‘Uyanışa’’ davet ediyoruz

“Tarihsel Olana Devrimci Bakış” – İhtilal Ateşinin Semenderi: Patrona Halil





Aydınlanmacı Marksizm ve özelindeki tarih tezi, kapitalizm öncesi dönemlerdeki ezilenlerin mücadelelerine, isyan ve kalkışmalarına -objektif olarak-  “egemence” yaklaşır. İlkel-ilksel komünal toplumdan sonra -kendiliğinden değil- dönemin egemenlerince, zor yoluyla açılan “sınıflı, adaletsiz parantezi” kapatmaya kabiliyetli olan tek sınıfın kapitalist sistemdeki proletarya olduğu ön kabulü tarih tezinin karakterini belirlemiştir. Öyledir ki, kapitalizme varıncaya kadar, egemenler-ezilenler denklemi tersten işlemektedir. Aydınlanmacı Marksist algı, proletaryaya ulaşabilmek uğruna, bir süreliğine dönemin egemenlerini desteklemektedir. Dolayısıyla tersten, dönemin ezilenlerinin ortaya koydukları mücadeleleri, proletaryaya ulaşma yolundaki frenleyici engeller olarak ele almaktadır. Neyi frenliyorlar? Neyse ki (!) bu engeller, tarihin dişlileri arasında ezilmeye mahkumlar(mış)…

Aydınlanmacı ilerlemeci Marksizm’in bu minvalde tutturduğu politik pozisyon tarih okumasını da şekillendirmiştir. Olmuş bitmiş olması itibariyle “tarihten” günümüze ulaşan somut belgelerin, bu olmuş bitmiş olgularla kuracağı ilişkileri açığa çıkartmak, değerlendirmek nesnel-objektif bir sürece tekabül etmemektedir. Yapılacak okuma işgal edilen politik pozisyonca belirlenecektir. Örneğin Hasan Sabbah insanları uyuşturucu ile zehirleyen barbarca kan döken bir katil midir, yoksa egemenlere korku salan özgürlükçü bir önder midir? Bu soruya olmuş-bitmişler cevap vermez, onların-olguların dili yoktur. Soruyu cevaplayacak olan, olmuş bitmiş ile ilişkilenen öznedir ve bu noktadaki asıl belirleyici etken, öznenin politik konumlanışıdır ki başka bir deyişle egemenlerin mi yoksa ezilenlerin mi safında yer aldığıdır.

Bir bakıma Aydınlanmacı Marksizm, buharlı makinenin icadına kadar ki olmuş-bitmişleri, yani tarihi ele alırken egemenlerden farklı konuşmaz. Avcıların yazdığı destansı öykülerde, av olan ezilenlere atılan çamurlar/iftiralarla ilgilenmez. Zira dönemin avcıları ile örtülü ve geçici bir ittifak içindedir, ta ki, ta ki bu buharlı makineler “şu lanet makineler bir icat olsun da ondan sonra duruma farklı bir gözle bakarız” der içinden…

Tarihsel olana devrimci bakış, neyse ki, ayıya bir süreliğine akraba muamelesi yapmayı gerektirmiyor. Dünde, bugünde ve potansiyel yarında, tek bir kıstas vardır.  Bir tarafta baskıcı, sömürücü iktidar gücünün yansımaları vardır, diğer tarafta ise eşitlik, adalet ve özgürlük isteyen özgürlük gücünün yansımaları… Egemenlerin konvoyla zafer turuna çıktığı yerde, özgürlük gücü aracını süslemenin aksine, bu “zafer” denen şeyi sorgulamalıdır. Biri gol atmıştır ama kimin kalesine?  Timsah yürüyüşüne katılmadan, meşaleleri yakmadan önce – eski Beşiktaş kalecisi Fevzi misali- kafasını direklere vuran kalecinin formasına, bu kalecinin hangi takımın formasını giydiğine, tribünde kahrolan taraftarların dost mu yoksa düşman mı olduğuna bakmak gerekmez mi? Eğer tribünlerde kahrolanlar, geçmişlerdeki yoldaşlarımızsa bu ne menem bir zaferdir?

Patrona Halil Ayaklanması, kapitalizm öncesi, ezilenlerin başka yenik kavgaları gibi, egemenlerin hakaret ve yabancı cisim yağmuru altında, ezilenlerin mücadele tarihi sahasından çekilmeye zorlanmıştır. Aydınlanma ve ilerleme ile çarpıtılmış Marksist algı ise egemenlere, turnikelerdeki arama noktalarından gizlice içeri sokabildikleri metal bozuklukları ve çakmakları vermektedir, fiili yardım yataklık ahvali içerisindedir…

Tarih salt bir “okuma” olsaydı, belki fazlaca üzerinde durmaya değmezdi. Ancak özgürlük gücü açısından geçmişin devrimci kavgaları, bugünü ve yarını etkileyebilecek kudrettedirler. Aynı kalenin kapısına vurulmuş koç başları gibi, tüm geçmiş eylemler, devrimci bir enerjinin birikmesine yol açmışlardır. Bu kesintisiz birikim, potansiyel olarak tarihte mevcuttur ancak bu enerjinin açığa çıkması, kinetik enerjiye dönüştürülmesi, mevcut çarpık-çarpıtılmış Marksist algılarla mümkün değildir. Reddi mirasçı hain torunlar, Facebook kullanamayan dedelerini-ninelerini horlayıp, Zuckerberg’e selam çakarak, geçmişin devrimci birikiminin “timeline” kargaşasında heba olmasına göz yummuş oluyorlar.

Geçmişteki patlayıcı enerji, bugünü önceleyen devrimci kavgaların /yenilgilerin hatırlanması, hatırlatılması ve bu mücadelelerin tamamlanması vasıtasıyla açığa çıkartılabilir ve çıkartılmalıdır da. Buradaki motivasyon, nostalji ve melankoliden çok, hesap verme bilincidir. Memleket toprakları, bu duygusal yönelime hiç de yabancı değildir. Örneğin Çarşı her Galatasaray maçı öncesi; “92-93 sezonunda, iki takım şampiyonluk yolunda, hatırlayın ne oldu Ankara’da, 8-0’ı unutma…” bestesini okumayı görev bilir. Çarşı grubu bu şarkıyla tarihteki o birikmiş enerjiye seslenir. Bugün Fenerbahçe’nin Kadıköy’deki yenilmezlik serisi bitirilecekse, o “kutlu” maça çıkılmadan önce Pancu’nun kaleye geçmek zorunda kaldığı ve Koray Avcı’nın son noktayı koyduğu 4-3’lük maçın tekrar tekrar izlenmesi, hatırlanması şart gibidir…

Patrona Halil bu inkar edilmiş zincirin önemli bir parçasıdır. Yukarıdaki analojiden devam edersek Patrona’yı hatırlamadan “kavgamızın şehrini” kontrol etmek mümkün olamayacaktır. Ya da şöyle ifade edelim; gerçek mümküne “sadece” yakınlaşabilecektir, bir şeyler hep eksik kalacaktır.

Egemen bakış, Osmanlı Sultanı III. Ahmet’i ve veziri İbrahim Paşa’yı “ilerici” görürken, Patrona ve arkadaşlarını bu ilerlemenin marazı olarak tariflemiştir dünden bugüne. Egemen bakışa payanda olan Aydınlanmacı Marksist algı, bu tariflemeyi “aşamalı tarih tezi” unsurlarıyla süslemiştir. Oysa Patrona’nın özgürlük gücü-iktidar gücü denklemine oturtulması şarttır. Ancak bu şekilde ontolojik olarak kaybetmiş-yenilmiş olan Patrona ve arkadaşları, tarihsel olarak kazananlar locasındaki koltuklarına kurulacaklardır.

Koşulların ve imkanların belirleyiciliğinde, Patrona’ya dair çalışmayı, Reşad Ekrem Koçu’nun “Patrona Halil” isimli eserinden doğru yürütmek durumundayız. Kaleminden sık sık hakaret damlasa da, yazarın politik konumunu denkleme eklemeyi unutmadığımız vakit, o hakaretler bile, karanlık dehlizlerde bir köşeyi aydınlatmaya yarayabilirler. Velhasıl başlanılan nokta bu eser olsa da, çalışmaya noktanın konacağı yer, eserin ezilenlerin literatüründen kapı dışarı edildiği moment olacaktır. Ettiği hakaretleri de kuyruğuna teneke misali bağlayarak…

Patrona ve Yerelleşmeye Dair

Patrona içimizden biri “mahallenin çocuğu” olarak bizim semtlerimizde eylemiştir. Dinleyeceğiniz hikaye, yolunuzun hiç düşmediği/düşemeyeceği -siyah başlıklı minibüslerle gidemeyeceğiniz- Paris veya Berlin bulvarlarında geçmemektedir ve dolayısıyla ne karakterler ne mekan ne de kurum isimleri “tamamen hayal ürünü” falan değildir. Hikayemiz bir bakmışız afiş asmak için sabahın köründe kapısında uyukladığımız Beyazıt’ta, bir bakmışız havasına suyuna kurban olduğumuz Okmeydanı’nda geçmektedir. Kah Üsküdar’ın Horhor Çeşme’sine uğrayacağız, kah Paşakapısı Hapishanesi’nin önünden geçerek Haydarpaşa’ya ineceğiz. Başka bir deyişle Patrona Halil Ayaklanması, cebine aylık akbilini koyup İstanbul’da fır dönmüş sıradan bir devrimci açısından, birçok sahnesini gözünde net olarak canlandırabileceği kadar yereldir. Diğer taraftan ayaklanmanın İslam ile kurduğu doğrudan bağ veya giriftlik ise, yerelleşmenin esas muhtevasıdır. Tıpkı Şeyh Bedreddin Ayaklanmasında olduğu gibi Patrona Halil Ayaklanmasında da “Allah Allah” diyerek Osmanlı Şeriatına karşı ayaklanan halkları ve bu gerilimin seyrini takip edeceğiz.

Ön gevezelik hakkımızı yeterince suistimal ettiğimize göre yavaş yavaş sadede gelebiliriz.

1700’lerin Başında Osmanlı

Miladi takvim yaprakları 1703 yılını gösterdiği sırada II. Murat’ın oğlu III. Ahmet, (gayrı İslami olan) “hanedanlık-saltanattan” doğan en tabii hakkını kullanarak Osmanlı tahtına oturmuştu. Her ne kadar III. Ahmet padişah olmuşsa da, devlet yönetimi aslen ve fiilen valide sultanlar, dirayetli paşalar ve kurnaz vezirlerin elindeydi. “Muhteşem Kanuni” ve tabii ki Hürrem Sultan’dan olma/doğma II. Selim’den sonra padişahların siyasi etkinlikleri azalmaya başlamıştı. Kuşkusuzdur ki bu vaziyet hukuki değil fiili bir vaziyetti.

16. yüzyılın sonlarından itibaren sık görüleceği üzere Padişah III. Ahmet dönemine de damgasını vuran yine bir sadrazam oldu: Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Karakter ve zihniyet itibariyle, “Muhteşem Yüzyıldaki adaşı” Pargalı’ya hayli benzeyen Nevşehirli, adaşı gibi tam bir Avrupa sevdalısıydı. Meşhur TV dizisinden de hatırlanacağı üzere tüm saray, hünkar dahil, yer sofrasında yemek yerken Pargalı bir Avrupalı gibi masada yemek yiyordu ve bahçesine diktiği -cemaati Müslim’in gizliden gizliye putlar diye dedikodusunu yaptığı- heykellerle dikkat çekiyordu.

Nevşehirli İbrahim Paşa 1717 yılında III. Ahmet’in damadı olarak vezirliğe göz kırpmış -Pargalı da Kanuni’nin kız kardeşi ile evlenmişti- ve 1718 yılında da sadrazamlık makamını elde etmişti. Aynı günlerde Osmanlı, Batılı devletler karşısında aldığı ağır yenilgilerin muhasebesi içerisindeydi. Ardı ardına yaşanan toprak kayıpları Pasarofça Antlaşması ile resmileşti. Osmanlı’nın “üst aklı”, gelişmeleri bir atasözü kurnazlığıyla göğüslemek niyetindeydi: “Bükemediğin bileği öpeceksin…” Nevşehirli İbrahim Paşa da tam da bu yeni dönemin ruhuna uygun biçilmiş bir kaftandı. O, Batının üstünlüğünü bir “ön kabul” olarak görüyor ve sürekli olarak “Batının iyi yanlarını örnek almak” gerektiğinden dem vuruyordu. Tarihe “Lale Devri” olarak geçecek dönem böylesi bir arka planın ürünüydü.

Lale Devri ve İbrahim Paşa

İbrahim Paşa’nın sadrazam kavuğunu takmasından bir yıl sonra Miladi Takvim 1719 yılını gösterirken III. Ahmet’in oğulları için tertiplenen sünnet düğünü, Lale Devri’nin işaret fiziği olarak anılmaktadır. Okmeydanı’nda düzenlenen ve 15 güren süren sünnet düğünü, şatafatıyla milat olmaya hak kazanmıştır.

“Sünnet düğünü ile başlayan devir neden lale adını almıştır?” diye soracak olursak cevabın 1970’li yıllarda çekilen ve bir Yeşilçam klasiği olan Hababam Sınıfı filminde İnek Şaban tarafından verilmiş olduğunu hatırlamakta fayda var. Tarih hocasının sorusuna nasıl yanıt veriyordu İnek Şaban: “Laleler, laleler, laleler, laleler”. Şaban son derece haklıdır, devrin adı lale çiçeğinden gelmekteydi. Egemenlerin yeryüzü cennetleri; başta laleler olmak üzere çeşitli çiçeklerle süslenerek yaratıldı. Böylece lale, Orta Asya’dan başlayan ve Anadolu’ya ulaşan yolculuğu sonrasında, yalnız köşk ve konakları süsleyen bir çiçek olarak kalmamış hem Batılılaşmanın (!) hem de bir devrin simgesi haline gelmişti(1).

İbrahim Paşa’nın lale devri parantezine alınması gereken önemli icraatları vardı: İbrahim Müteferrika’ya kurdurduğu ilk Türk devlet matbaası, itfaiye teşkilatının oluşturulması, Paris’e gönderilen elçilerin yönlendirmesiyle Versailles köşklerinden esinlenerek Sadabad kâşanelerinin inşa ettirilmesi, şehrin çiçeklerle donatılması vb., Batı’ya özeniş ve yönelişin çıplak halini gözler önüne sermektedir.

Bu arada matbaanın kurulması ve itfaiye teşkilatının oluşturulması gibi “bazı icraatların hangi kantarda tartılması” gerektiği de tartışmalıdır. “Teknik gelişme” başlığı altında toplanabilecek olan bu icraatların toplumu (insanlığı) ilerlettiği apaçık değil midir? Tarihsel olana devrimci bakış açısından bu sorunun kendisi bile apaçık değildir!

“İnsanlık” kimdir?

Bahsedilen “ilerleme” nereye doğrudur ?

Gidilen yer; Recep İvedik filmlerinde karşımıza çıkan ak sakallı dedenin “gel gel” diye çağırdığı yere doğru mudur?

Yukarıdaki soruların cevaplarından oluşacak tartışma önemlidir. Çünkü ilerlemeci/aydınlanmacı kesimler; -teknik gelişmeye yaptıkları atıf üzerinden- devrimcileri İbrahim Paşa’daki ışığı keşfetmeye davet etmekle kalmıyor aynı zamanda devrimcilerin İbrahim Paşa ve türevlerini -teknik gelişmeci icraatlarından ötürü- desteklemeleri gerektiğinden dem vuruyorlar.

Teknik Gelişmeye (!) Dair

                                    “Buradan necip Türk halkına sesleniyorum… Siz bunlara bakmayın!

                                    İleri gidince de ne olacak ? Yapacağınız en fazla hidrojen bombası!

                                    İleri gitmeyin, oturun oturduğunuz yerde!”

POYRAZ KARAYEL

“İnsanlık” kimdir?, “ilerleme mi” gibi sorular üzerinden teknik gelişmeyle ilgili analizler yapılabilir. Ancak bu yazının sınırlarını zorlar. Daha pratik olmak için, meseleyi somut görüngüler üzerinden tartışmaya çalışacağız.

Tartışmanın ertesinde, elimizde bir sonuç kalsın istiyorsak, öncelikle bir kıstas belirlememiz gerekir. Teknik gelişmeyi (!) neye göre, olumlu veya olumsuz olarak değerlendireceğiz? Olumlu dediğimiz şey neye göre olumlu olacak ya da neden ötürü olmayacak?

Kıstas, ya da bakış açısı, F tipi hapishanelerin kuruluşu döneminde ne kadar da can yakıcı bir durum almıştı hatırlarsınız… Bir kesim “ne güzel işte, otel odası gibi, tertemiz, modern, artık öyle sürü gibi kalınmayacak” diyordu F tipleri için, devrimci kesim ise tecrit mekanları olarak teşhir ediyordu… F tipi hapishaneler bir gerçek olmaları itibariyle, değişmez, gözle görülür, elle tutulur, kanıtlanabilir olgulardır. Gerçeğin bilgisi ise katmanlıdır. Egemenlerin gözüyle bakıldığında otel odası gibi görünen şey devrimci göz ile bakıldığında tecrit hücresidir. Mekan aynı mekandır ancak yaklaşımlar ve yorumlar taban tabana zıttır. Zira kıstaslar bambaşkadır. Devrimcinin varlığı itibariyle tek ve esaslı kıstası “devrimin çıkarlarıdır”, dolayısıyla o şeye, yoldaşlarından maddi ve manevi olarak kopartıldığı tecrit hücresi olarak bakar. Egemenlerin varlıkları itibariyle te ve esaslı kıstasları ise egemenliklerin devamlılığı ve yeniden üretimidir, dolayısıyla o şeye, artık devrimcilerin eskisi gibi birbirlerinden güç alamayacakları otel odası olarak bakarlar. “Temizlik, modernlik vs.” meselenin esasını gizlemeye, işledikleri insanlık suçunu örtbas etmeye yaraması murat edilen laf salatalarıdır.

Velhasıl teknik gelişme tartışması öncesinde kıstasımızı doğru belirlemeliyiz ki gerçeğin katmanlı bilgileri arasında yolumuzu kaybetmeyelim.

Devrimcinin tek kıstası vardır, o da devrimin çıkarlarıdır, diğer tüm kıstaslar da bu esas kıstastan kırılarak dallanıp budaklanır. Lenin nasıl ki devleti tartışırken, “kimin devleti?” sorusunu sorarak tartışmayı esaslı kıstas olan devrimin çıkarlarına bağlıyorsa, biz de teknik gelişmeye (!) aynı şekilde yaklaşacağız.

Matbaanın kurulmasını ele alarak başlayalım. Bu matbaa kimindir? Osmanlı’nın, yani egemenlerindir. Bu matbaada basılacak şeyler kime hizmet edecektir? Egemenlerin ideolojik hegemonyasını korumaya, artırmaya ve sürdürmeye. Osmanlı, kitap okunmasını istediği, buna bayıldığı ya da hayran olduğu için matbaa kuruyor değildir. Öyle olsaydı, 1600’lerde köy köy dolaşıp bulabildiği tüm el yazması Varidatları(2) yaktırmazdı herhalde… Bu noktada haklı (!) bir itiraz gelecektir: Matbaa egemenlerinse de ezilenler de bu teknolojiyi kullanmayı öğrenip, ezilenlerin çıkarları için faydalanamaz mı? Evet bu durum da yadsınamaz, ancak egemenler ile ezilenler arasında oluşan faydalanma noktasındaki açı farkı, nicelikseli aşan niteliksel bir fark oluşturur ki her daim katlanarak artar ve egemenlerin iktidarı boyunca sürekli büyür. Örneklendirecek olursak, kamera teknolojisinden ezilenler de faydalanır, mesela Avrupa’da yaşayan bir aydını kamera marifetiyle bir panele konuk ederek görüşlerinden yararlanabilirler. Ancak aynı teknoloji ile egemenler, uzaydan vesikalık fotoğrafımızı çekerek yüzümüzdeki sivilcenin gelişimini bile takip edebilir. İktidar Gücü-Özgürlük Gücü terazisinde, teknik gelişmenin, ağırlığını hangi kefede daha fazla hissettirdiği son derece açık ve nettir.

Özetle, egemenler teknik gelişmeyi salt kendilerine saklamasalar/kullanmasalar bile teknik gelişme denen şeyden ezilenlerden kat be kat daha fazla yararlanabilmektedirler. Buradaki farkı oluşturan şey, yönelim/tercihten öte egemenlerin iktidar olmaktan kaynaklanan imkanlarıdır.

Bu noktada, Mandıra Filozofu filminde olduğu gibi, teknik gelişme ile mutlak bir kopuşu savunmuyoruz elbette… Ama şunu ortaya koymaktan da çekinmiyoruz; teknik gelişmenin kendisi ezen-ezilen denkleminden doğru tartışılmak zorundadır. Ve dolayısıyla şu sonuca varmaya hakkımız var: teknik gelişmenin kendisi, varlığı itibariyle devrimci falan değildir, bu teknik gelişmeyi sağlayan özneler de her koşulda ve aynı şekilde devrimciler tarafından olumlanmak durumunda değillerdir.

Matbaada olduğu gibi itfaiye teşkilatının kurulması noktasında da pür-i pak bir ilerlemeden dem vurulamaz. Dönemin koşullarında “yangın” ezilenlerle bağlantısı olan bir “afettir” zira… İtfaiye teşkilatının kurulmasındaki asli motivasyon; tıpkı Paris Komününden sonra sokakların genişletilmesi ve taş kaldırımların tahta olanlarıyla değiştirilmesi suretiyle Paris sokaklarının barikat kurmaya elverişsiz hale getirilmesi gibi bir hamle yapmak amacından kaynaklanmıştır.

Egemenler, kalkınma, güvenlik vb. söylemleriyle teknik gelişmeyi süsleyerek bu gelişmeyi sanki kendi çıkarlarına değil de halkın menfaatine bir şeymiş gibi sunmaya devam etmektedirler. Ama her daim bunu bir perdeyle yapmaya özen gösterirler. Önünde ve arkasında farklı gerçekler bulunan bir perde. Eğer biz devrimciler bu perdeyi kaldıramazsak, bizi bile insanlık (!) adına peşlerine takmayı kafalarına koymuşlardır.

Geçmiş gün; Mimar Sinan Üniversitesi yemekhanesine kamera takıldığını duymuştuk. Amaç son derece ulviydi (!): “Öğrencilerin daha temiz ve sağlıklı yemek yemelerinin güvence altına alınması”. Durumu biraz kurcalayıp bilgi sahibi olmaya çalıştık. Yemekhane işçilerine “ya bu kamera ne iş, var mı bir bilginiz?” diye sorduk. Cevapları şu oldu: “Yemekleri dağıttıktan sonra önemli miktarda bir yemek artıyordu. Bir arkadaşımız da artan bu yemeklerin çöpe dökülmesine razı gelmemiş ve ihtiyacı olan kişilere dağıtmaya başlamıştı. Taşeronun patronu durumu fark edince artan yemeklerin çöpe döküldüğünden emin olmak adına bu kamerayı taktırdı. Anlayacağınız yemeklerin ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasından rahatsız oldu”.

Teknik gelişme başlığını güncel örneklerle derinleştirerek bu alanda halkın çıkarları açısından sorgulanacak yüzlerce hatta binlerce örnek bulabiliriz. Bastığımız her yer seyyar delillerle doludur. Yeter ki o delillere bakmadan önce devrimci kıstasları gözünüze takmayı unutmayın, yoksa yalnızca bakar ve Alice’in “Harikalar Diyarının” arkasındaki cehennemi, yani gerçekleri göremezsiniz.

Çatırdamaya Başlayan Safevi Hanedanı ve Osmanlı’nın İran Seferi

1700’lerin başlarında Osmanlı’nın Batıda yaşadığı gerilemeden bahsetmiştik. İbrahim Paşa’nın Batı hayranlığı, Osmanlı’nın, Batıda yaşadığı toprak kayıplarını Doğuda telafi etme siyasetine doğru bir direksiyon kırmasına yol açmıştır. Bu yönelimde etkisi olan önemli faktörlerden bir tanesi İran’daki Safevi Hanedanı’nın çatırdayarak çöküşe geçmiş olmasıdır.

Safevi Hanedanı ölmektedir ve iki “akbaba” tepesinde süzülmeye başlamıştır bile: Osmanlı ve Rusya. 1723 yılında Osmanlı, İran Seferi’ni başlatır. Aynı sırada Rus çarı I. Petro (nam-ı diğer Deli Petro) da kuzeyden İran üzerine yürümektedir.

İran’dan yükselen cenk sesleri, Patrona Halil Ayaklanması açısından son derece kritiktir. Zira her ayaklanma, isyan, devrimde olduğu gibi “savaş hali” kırılmalara gebedir. Tıpkı Ankara Savaşı’ndan sonra Şeyh Bedreddin Ayaklanmasının başlaması ve Birinci Paylaşım Savaşı’nın Ekim Devrimi’ne kapıyı aralaması gibi…

Patrona ve Külhanlar

                                    “Bu ocağın adı gerçek külhandır

                                    Yersizlere yurtsuzlara mekandır”

Patrona Halil Arnavut bir Osmanlı tebaası olarak Sultan Beyazıd Hamamı’nda tellaklık yapıyordu. Meşhur lakabı “Patrona” ise tersanede çalıştığı günlerde görevli olduğu Patrona gemisinden gelmektedir. Esas itibariyle hamam külhanlarından (Külhan: Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocak, cehennemlik, http://www.tdk.gov.tr) yetişme olan Patrona’nın hikayesinde de külhanların rolü önemlidir.

Külhanlar, sistemde maraz oluşturabilecek, gerilim yüklü iki kablo ucunun “karşılaştığı” mekanlardı. Bu karşılaşmanın saçtığı kıvılcımlar, bozkırın halihazırda kurumuş kısımlarını tutuşturmuş ve yangını başlatmıştı. Gerilim yüklü kablolardan biri külhanın sınıfsal yapısıydı. Külhanda çalışanlar, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan şehir yoksulları, evsizler, kimsesizler yani Blanquistlerin yüklediği anlam itibariyle saf proleterlerdi. Diğer gerilim yüklü kablo ise, külhanın ideo-politik, düşünsel özellikleriyle alakalıdır. Dönemin külhanlarında kalenderiler (3) egemendi. Egemen İslam’ın yılmaz düşmanı olan, Batınilik ile bezeli, adaleti esas alan “Eşitlikçi İslam’ın Savunucuları” olan kalenderiler… Kalenderilerin egemenliğindeki külhanlarda, şehir yoksullarının birikmesi, bu karşılaşma, Patrona Halil Ayaklanmasının en karakteristik özelliklerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Reşad Ekrem Koçu “Patrona Halil” kitabında külhanların kuruluş tarihi olarak 1683 II. Viyana Kuşatmasının alınabileceğini söyler. Bu tarihi doğru kabul ettiğimiz vakit, ayaklanmaya ulaşan süreçte külhanların “taze mekanlar” olduğunu tespit edebiliriz. Tazeliği iki anlamda kullanıyoruz; birincisi yıpranma katsayısı düşüktür, ikincisi iç yapısı egemenler tarafından tam olarak kontrol altına alınamamıştır.

Külhana katılacak olanlarda aranan şartların başında, anasız-babasız yani kimsesiz olmak geliyordu. Bu şart külhanın sınıfsal yapısının ötesinde; kimsesizlik, sistemin kalelerinden olan “aile” kurumu ile bağlantısızlık anlamına da geliyordu. Başka bir deyişle kimsesizlik, sistemden kopukluk ile doğrudan ilişkiliydi.

Şartları sağlayıp da külhana girmeye hak kazanan kişi, bir dizi ritüelden geçiyordu. Öncelikle destebaşı adaya soruyordu: “Burada verilen emre hayır demek yoktur, etini kesip şarabımıza kebap edip yesek boynunu büküp, ağzını açmayacaksın, razı mısın?” (4) Aday razıyım derse, destebaşı adayı derhal anadan doğma soyar ve üstünden çıkan şeyleri bit pazarında satardı. Külhan adayına giyinmesi için yırtık-pırtık eski üst başlar verilirdi.

Giriş ritüelinde göze çarpan birinci şey, çelikten bir külhani disiplin anlayışıdır. Her külhani, kendi kaderini külhanın kaderiyle birleştiriyordu ki bu külhana güç katmaktadır. İkinci olarak, adayın eşyalarının alınması ve yerlerine eski yıpranmış eşyaların verilmesi adayın eski hayatından kopuşu sembolize ediyor gibidir. “Eski hayat külhanın kapısında kaldı” mesajı veriliyor sanki… Eski eşyaların, adeta çul gibi şeylerin giyilmesi kalenderilerin düsturlarından olan “bir hırka, bir lokma” yaklaşımı ile bağlantılıdır. Bu noktada mülksüzleşmeye dair önemli bir vurgu olduğunu söyleyebiliriz. Şeyh Bedreddin’in Kahire’deki hocası Ahlati’nin, Bedreddin’e tüm kitaplarını Nil Nehri’ne attırması gibi…

Külhanın organize yapısına dair bir önemli nokta da lehçe-i külhandır. Külhanilerin kendi aralarında konuştukları ayrı bir dilleri vardır. Kuşkusuz burada “bambaşka bir dilden” bahsedilmiyor. Bahsedilen, “şifreli bir dil”. Pek çok kavramın ismi değiştirilmiştir. Örneğin; yeniçeriye bıyıklı, zindana mektep, kadına gaco, kurnaza camcı, kardeşe iman denilirdi lehçe-i külhanda… Lehçe-i külhanı ortaya çıkaran motivasyon net bir şekilde “gizli çalışma” yani “bıyıklılara” yakalanıp da “mektebe” düşmeme çabasıdır.

Layhar’ın Kefeni

                          “Aşık Layhar pirimiz üstadımız

                          Hak budur kim eşi gelmez sultandır”

Külhanların önemli ritüellerinden biri de Afgan bir kalender olan Layhar’a atfedilen “Layhar’ın Kefeni” olgusudur. Bu kefen aslında iki başı ve iki kolu olan oldukça bol bir gömlektir. İki genç bu gömleği, birinin sağ diğerinin sol kolu dışarıda kalacak şekilde yapışık ikizler gibi giyer ve nutuk okunur: “Ey Layhar evlatları! Burada senin benim yoktur, herkes kardeştir. Aynı babanın tohumundan ve bir anadan doğmuş olanlar birbirini boğazlarlar; analarını babalarını bilmeyen Layhar’ın evlatları ise birbirlerini tek vücut bilirler. Layhar’ın kefenini sağlığında giyenler ölünceye kadar kendisini kardeşinden ayrı görmez. Başlarınız ikidir, ama vücutlarınız, biri sağa bakarsa öbürü solu gözler. Sizi birleştiren bu külhandır, her günkü kazancınızı buraya getireceksiniz, bu külhan sırrıdır, külhanda kazan bereketidir…” (5)

Layhar’ın Kefeni yoğunlaştırılmış bir İslam sentezidir. Egemen İslam’a karşı gerçek, adalet ve eşitlik merkezli İslam’ın önemli köşe taşları, bu ritüele serpiştirilmiştir.

İki kafanın bir vücutta birleşmesi, bu bir “olma hali”, İslam’daki vahdet/tevhid kavrayışı ile bağlantılıdır. “Senin benim yoktur” sözünde somutlanan mülksüzlük, Leh’ul Mülk kavrayışının göstergesidir. “Her günkü kazancınızı buraya getireceksiniz” meselesi ise Bakara Suresi 219. Ayette belirtilen infak yaklaşımının pratikleşmesidir. “Aynı anadan babadan olanlar birbirini boğazlıyor” söylemindeyse, açıkça Osmanlı’ya –hanedan çekişmelerine– göndermede bulunulmaktadır ve Osmanlı’nın cahiliye olarak ele alındığı ifade edilmektedir. Külhan, cahiliyeye alternatif olarak gerçek kardeşliğin –ki bu da Adem ile Havva’dan gelmektedir- yeşerdiği mekan olarak sunulmaktadır. Velhasıl bir ritüel ile külhanın politik ve düşünsel yönelimi ortaya serilmekte ve yeni katılan gençlere anlatılmaktadır.

Ardı ardına 40-50 küfrü aynı cümleye sıkıştırma maharetine sahip Reşad Ekrem Koçu, Layhar üzerinden, Patrona ve Külhanlara karşı gerçek yaklaşımını yüksek sesle haykırmıştır. Nedir o yaklaşım? Külhanların ve dolayısıyla Patrona’nın “dinsiz-imansız” olduğu… Kuşkusuz egemenlere göre Osmanlı Şeriatına karşı ayaklanıp da “dinsiz” ilan edilmeyen yok gibidir. Zaten Osmanlı Şeriatı, kendi dışında kalan tüm İslam inanışlarını “küfür” kabul ettiği için, kalenderilere yaklaşımda şaşırılacak bir şey yoktur. Biz şimdilik sadece, külhanlardaki ritüellerin İslam ile içi içe olduğu notunu düşmekle yetinelim.

Ayasofya Vaizi İspirizade Ahmed Efendi

Patrona Halil Ayaklanmasında İspirizade’nin merkez bir rol oynadığı kanısındayız. Her ne kadar Reşad Ekrem Koçu, her fırsatta ayaklanmayı “kendini bilmez 20-30 kişinin işi” gibi göstermeye çalışsa da, hikayenin tamamı okununca, tablonun hiç de iddia edildiği gibi olmadığı anlaşılacaktır. Ve bu “kendiliğinden olmayan” ayaklanmanın ne kadar planlı olduğu gün yüzüne çıkmış olacaktır. İşte bu planlı tabloda, İspirazade’nin de planlayıcılardan biri olduğu su götürmezdir.

İspirizade; Patrona Halil’i ilk olarak 1729 Mart ayında görmüştür. İlerleyen günlerde Beyazıd Hamamı’na giden İspirizade, Patrona’ya bir nutuk çekmiş ve onu örgütlemiştir. İspirizade’nin, Patrona’ya yaptığı propagandanın içeriği, mülk meselesi ekseninde politik bir tahlil gibidir. Propagandasının sonunda ise, ajitasyona meyletmiş ve bir kıssa üzerinden Patrona’yı cesaretlendirmiş ve adeta semenderin fitilini ateşlemiştir: “Senin üstünde şu peştamal parçası vardır, sen pak kişi olursun. Amma bakarsın başka adamın üstünde atlas ve diba vardır, o kişi napaktır. Ağadır, beydir, vezirdir yine napaktır! Cihan halkının çektiği hep o napak kişilerin ameli , işi ucundadır! Ya o napak kişiler, Firavun, Nemrud mudur? Senin benim gibi aciz insandır… Ya Dahhaki zalim kimdi? Bir zalim padişahtı. Sonu ne oldu? Bir yürekli, pak kişi çıktı, O’na Gave dirler, o zalimi tepeledi… Gave kimdi? İşte senin gibi fukaradan bir demirciydi”. (6)

Bu nutukta İspirizade çok net bir tasnif yapmıştır. Bir tarafta paklar var, diğer tarafta ise napaklar, temiz olmayanlar… Peki burada napak olmanın kıstası nedir? Üstlerine başlarına giymiş oldukları, yani mülkleri, makamları… Eğer biri mülk biriktirmiş ise o kişi napaktır, diyor İspirizade… Ve bu tasnifin devamını da getiriyor, napakları alaşağı etmek şarttır!

İspirizade’nin politikliği ayan-beyandır. Politikliğinin temel motivasyonu ve söyleminin esas belirleyicisi ise İslam’dır. Ama egemen İslam’ın bir çeşidi olan Osmanlı şeriatından bambaşka olan, gerçek İslam…

İspirizade, Patrona’yı nutkuyla örgütledikten sonra, hamamdan ayrılmadan, son bir uyarıda bulunur: “Deveyi gördünüz mü? Çıngırağını duydunuz mu?” Yani, gizliliğin önemini hatırlatmıştır ayrılmadan evvel… Patrona ise “Görmedik! Duymadık! “ diyerek tescillemiştir gizliliği…

Patrona Mektepte

                                    “Düştüm mapus damlarına, öğüt veren bol olur”

CEM KARACA

İspirizade tarafından örgütlenen Patrona, çok geçmeden, 1729 yılı Haziran’ında, Galata Meyhanesi’nde bir olaya karışır. Reşad Ekrem Koçu’nun söylemiyle sarhoş bir topçu çavuşu ortada bir sebep yokken Patrona’ya bulaşmış ve Patrona da çavuşu öldürmüş… Kuşkusuz hayat tesadüflerle doludur ancak çavuşun Patrona’ya laf atmasında, Patrona’nın İspirizade’den öğrendiklerini eşe-dosta anlatıyor olması da etkili olmuş mudur? Yine aynı şekilde, son derece ağır bir suç olan cinayeti gözünü kırpmadan işleyen Patrona’nın; çavuşu “napak” olarak görmüş olması da etkili olmuş mudur? Başka bir deyişle, Patrona-İspirizade etkileşiminden hemen sonra gerçekleşen bu olayın politik bir yanının olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.

Patrona, cinayetten dolayı Tersane zindanına atılır. “Mektepte”, gerçek dersler alabileceği bir korsan olan Zenane Yusuf ile üç gün beraber kalır. Bu üç günde, İspirizade’den edindiği politik bilinç ile Zenane’den strateji-taktiğe dair önemsenmesi gereken bilgiler/deneyimler elde etmiş olma ihtimali hayli yüksektir.

Patrona zindanda sadece üç gün (!) kalıyor ki bu sırada (arkadaşı Muslu Beşe’nin çabaları önemli olsa da) devreye görünmez bir el girmiş gibidir. Tablonun parçalarını birleştirince ortaya çıkan resimde bu ihtimal daha da güçleniyor.

Muslu Beşe’nin ismini Patrona’dan duymuş olan İspirizade, bu sıralarda (tam tarih verilmiyor) Muslu’yu da bulmuş ve örgütlemiştir. O zaman, muhtemelen Muslu Patrona’yı İspirizade’nin de yardımıyla zindandan çıkartmıştır diyebiliriz. Zira birlikte İspirizade’nin yanına gitmeleri de bu ihtimali güçlendiriyor. Bu ziyarette bir durum değerlendirmesi ve planlaması yapılmış gibidir ve hemen akabinde Patrona, Muslu’nun manav dükkanının üst katına yerleşmiştir.

Balat Yangını

                        “Kaşlarını çat, aklına bir savaş hilesi gelsin…”

LO KUAN ÇUNG

Miladi Takvim yaprakları 27 Temmuz 1729’u gösterdiği gün, İstanbul tam bir yangın yerine döner ki gerçek anlamda bir “yangın yerine”… Balat yangını olarak vakanüvislerce kayda geçirilen bu yangında kimilerine göre İstanbul’un 1/8 i kimilerine göre 1/5 i kül olur. Hasarın tadil edilmesi, İstanbul’un yeniden imar edilmesi için imparatorluğun dört bir yanından işçi yağar İstanbul’a… Reşad Ekrem Koçu’nun söylemiyle “ serseriler doluşur”.

Balat yangını, yemeği ocakta unutmuş dalgın bir ev hanımının ya da “ateşle oynama evladım” uyarılarına kulak asmayan bir yumurcağın işi olabilir. Ancak yangından sadece bir kaç hafta sonra İstanbul’da cereyan eden Sadabad Baskınını hesaba katarsak, bu yangının da bir plan dahilinde çıkarılmış olduğu ihtimalini de atlamamak gerekir. Şöyle ki, yangın vesilesiyle, kimselere fark ettirmeden kendi yoldaşlarını İstanbul’a yığmış olamaz mı Patrona? Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul’a gelen işçilere ettiği küfürleri de hesaba katarsak, neden olmasın ? Başta söylediğim gibi, bazen yalnızca okkalı küfürler bile hakikati açığa çıkarmaya yetebilir.

Sadabad Baskını

                        “Güçsüzün güçlüyü kontrol etmesi için bir değişikliği beklemesi şarttır”.

(Savaş Sanatı – Sun Tzu’dan aktarım)

Balat yangınına dair ortaya koyduğumuz “şeytani spekülasyon”, yangının hemen ertesinde Patrona’nın uyduruk bir işporta ayarlayıp şehri adım adım dolaşmaya başlamasıyla, “acabaları” artıradursun; Patrona seyyar satıcı rolüne bürünmüş bir şekilde örgütçülük yapıyordu. Çok kısa süren bu çalışma nihayete ermiş olacak ki, “1729 Ağustos’u henüz çıkmamıştı ki” Nevşehirli İbrahim Paşa’nın yerleşkesinin bulunduğu Sadabad’a bir baskın düzenlenir. 140 kişi oldukları tahmin edilen bir grupla Sadabad’a saldıranlar savunma duvarını aşamazlar ve 17 kişi dışında kalan herkes öldürülür. Geriye kalan 17’lerin arasında Patrona da vardır.

Baskının iyi planlanmadığı veyahut hesaba katılmayan bir sürprizle karşılaşıldığı açıktır. Reşad Ekrem Koçu’nun deyişiyle; saldırı o denli etkisiz olmuştur ki, o sırada Sadabad’da bulunan İbrahim Paşa’nın bile baskın girişiminden haberi dahi olmamış ve saldıranlar “hırsız” zannedilmiştir. Büyük kalkışmalardan önce yaşanan büyük hayal kırıklıkları tarihte sürüsüne berekettir. Hitler’in hapse düşmesiyle sonuçlanan Birahane Darbesi ya da Fidel Castro’nun o meşhur sözü (Ben kaybedersem yeniden başlarım, Batista kaybederse her şeyini kaybeder.) söylemesine varan süreci başlatan Moncada Kışlası Baskını başta olmak üzere pek çok örnek sayabiliriz.

İran Seferi’nin Altında Kalan İbrahim Paşa

1723 yılında başlayan İran Seferi’nde başlangıçta işler yolunda gidiyordu. Doğudan Ruslar, batıdan Osmanlılar İran’ı işgal etmiş ve aralarında paylaşmışlardı. Tüm bu sömürgeci kepazeliğe ses çıkarmadan onaylayacak bir de İran şahı oturtmuşlardı tahta: Eşref Han. Fakat bu tablo uzun sürmedi. Pers asabiyeti harekete geçti. Tahmasb arkasına dizilen aşiretlerden aldığı güçle önce kukla şah Eşref Han’ı mağlup ederek İran’dan kaçırttı. Bu noktada bir Türk aşireti olan Afşarların da Tahmasb’a destek verdikleri notunu düşelim. Şahı alaşağı eden Tahmasb, duraksamaksızın Osmanlı’nın işgal ettiği şehirleri ve kaleleri geri almaya başladı. Reşad Ekrem Koçu, Tahmasb’ın; işgalci asker, memur ve esirlere “ürpertici” işkenceler yaptığından bahsediyor.

Osmanlı’nın -özelde ise İbrahim Paşa’nın- Batıda yaşadığı toprak kayıplarını Doğuda İran’dan telafi etme siyaseti boşa düşmekle kalmamış, bir bumerang gibi dönüp İbrahim Paşa’yı vurmuştur. 1729 yılına gelindiğinde, İran’dan ardı ardına gelen bozgun haberlerinin faturası doğal olarak İbrahim Paşa’ya kesiliyordu.

İspirizade, böylesine kırılgan bir konjonktürde büyümekte olan dip dalgasına yönelmiştir. Siyasal ajitasyon ve propaganda kanallarını devreye sokarak halkta birikmeye başlayan öfkeyi siyasallaştırmaya çalışmıştır. Bu noktada , İsmaililerin “dai” dedikleri propagandistlerin de sahneye çıktığını görüyoruz (Dai: İslâm dünyasında ortaya çıkan bazı fırkalarda mezhebi yayma yetkisi verilen kimsenin görev unvanı. Arapça’da “seslenmek, çağırmak, davet etmek” anlamındaki da‘ve veya duâ kökünden sıfat olan dâî, “insanları kendi din veya mezhebine çağıran kimse” demektir.. Kasım Kırbıyık, Dai Maddesi, http://www.islamansiklopedisi.info/index.php?klme=dai).

Keçeli Sünnet Divanesi adındaki dai, meydan meydan dolaşarak İbrahim Paşa’nın Müslüman olmadığından dem vurmaya başlamış ve “İbrahim’i sünnet ettirelim” laflarını dolaşıma sokmuştur. Keçeli, İbrahim Paşa’nın Ruslarla işbirliği yaparak Müslüman İran’a saldırmasını teşhir etmeye yönelmiş gibidir. İbrahim Paşa’nın papaz olduğu ya da sünnetsiz olduğu söylemleri, Müslüman bir ülke olan İran’a karşı Rusya ile kurulan şer ittifakına yapılan bir göndermeydi…

İbrahim Paşa hakkında propaganda çalışmaları yürüten diğer bir dai ise İrşadi Baba idi. İrşadi; söylevlerini Ali Usta’nın Çardak Kahvesi’nde haykırmaya başlamıştı.-birazdan bir demli çay içmek için biz de Ali Usta’nın kahvesine uğrayacağız- İrşadi Baba’nın söylemi, Keçeli’ye nazaran hem daha politikti, hem de daha radikal bir çağrı yapıyordu:

“Din kardeşlerim, bana can kulağınızı tutun,

bunca şühedamızın al kanları kimin boynuna?

Kim ayak uydurdu ise şeytanın oyununa !

Kotur’un ‘kafı’, Hoyun ‘yesi’,

Revanın ‘elifi’ Hemedan’nın ‘mimi’

Müslümana vacip oldu mu?

Oldu! Ya kime karşı oldu?

Moskof kafiriyle koklaşana,

hem namı put şiken iken kendi put nişan olana” (7)

 İrşadi Baba; Kotur, Hoy, gibi İran’ın geri aldığı yerlerin isimlerinin baş harfleri üzerinden bir sıralama yapıyor ve bunları birleştirince “kıyam” kelimesi ortaya çıkıyordu. Yani açıktan bir ayaklanma çağrısı yapıyordu. Peki kime karşı? Adının anlamı put yıkan iken, kendi put dikene karşı… Burada Hz. İbrahim’e gönderme yapılarak İbrahim Paşa hedef tahtasına oturtulmuştur ki aynı kelime oyunu geçmişte Kanuni’nin sadrazamı Pargalı İbrahim’e karşı da yapılmıştı.

Dailerden bir diğeri olan Saka Divanesi, yanında dolaştırdığı kuş kafesi ile ün salmıştı. Her sabah, gecesinden aldığı bir kuşu kafesten azat ederken yaptığı söylevlerle tanınan Saka Divanesi de propagandaya başlamıştı:

“Kafir olup azanı,

eski düzen bozanı,

haklamak için biz anı,

kaynatalım kazanı!.

Kafesçiye sordum, kaç kafesin var?

Dedi beş kafesim var… Bir ağa kafesi, bir reis kafesi,

İki kule kafesi, bir de baba kafesi…

Biz açalım kafesi, kuşlar alsın nefesi!” (8)

Saka Divanesi bir taraftan “kazan kaldıralım” diyerek yeniçeriye çağrıda bulunurken diğer taraftan da zindanların boşaltılması gerektiğini belirtiyordu. Nutukta bahsedilen beş kafes de İstanbul’daki beş zindanı temsil etmekteydi…

Dailerin söylevlerinin yanı sıra bir de Kılçık Reis’in kayıkçılara, denizcilere yaptığı propagandalardan bahsetmeliyiz. Kılçık Reis, İran’daki işkencelerden canlarını zor kurtarmış yeniçerilerin hikayesini anlatıyordu. Kiminin kulağı, kiminin burnu kesilmiş üç bin kadar yeniçerinin Karadeniz limanına kadar geldiklerini, İstanbul’a gidip, padişaha “bu işin sorumlusu İbrahim Paşa’dır” demek için gemilere doluştuklarını ve bu durumu haber alan İbrahim Paşa’nın da gemileri batırdığını duyuruyordu. Reşad Ekrem Koçu, bu hikayenin yalan olduğundan adı kadar emindir de delili nedir? “O tarihlerde 3000 kişi alacak bir gemi yeryüzünde yoktu”. Hani bazen trafikte denir ya “arkadaş ehliyeti kasaptan mı aldın yoksa Kızılay mı dağıtıyordu” diye… Yani demem o ki, bir gemiye değil üç gemiye de binilmiş olabilirler veyahut yeniçeri sayısı 3000 değil 300 de olabilir… Yazar küfür ve hakaret etmekten arta kalan zamanı kriminal detaylar çöplüğünde debelenmek dışında işler yaparak değerlendirse, vatana millete daha çok hizmet etmiş olur muhtemelen…

Daha da uzatılabilecek olan ajitasyon-propaganda dalgasına karşı, Osmanlı ve İbrahim Paşa bir gece düğmeye bastı ve şafak operasyonu başladı. Yakalanan üç dai de İspirizade’yi ele vermediler. Ancak İrşadi Baba Rodos’a, Keçeli Divanesi Sakız’a ve Saka Divanesi de Midilli’ye sürülmekten kurtulamadı. Kılçık Reis ise öldürüldü ve ayağına bir taş bağlanarak Sarayburnu’ndan denize atıldı. Bu dönemeçte kritik olan İspirizade’nin üzerine herhangi bir “ifadenin” olmayışıdır, dailerin direngenliği önemlidir.

İkinci İran Seferi Girişimi

Sultan III. Ahmet çığ gibi büyüyen İran meselesini kökünden çözmek üzere, İbrahim Paşa’yı İran üzerine serdar tayin eder ve sefer hazırlıkları yeniden başlar. İstanbul’da savaş düzeni alınır, yazarın aktardığı üzere; Salacak’tan Haydarpaşa’ya, Kadıköy’e kadar çadırlar kurulur. Şehrin asayişinden sorumlu iki büyük kışlada -Şehzadebaşı ve Et Meydanı- yalnızca kışla muhafızları kalırken, rutin güvenliği sağlayan zabıta kolluğu olarak ise yalnızca acemi oğlanlar bırakılır.

Bu noktada iç güvenliğin oldukça zayıfladığını not etmek gerekir. İç güvenlik hem nicel hem de nitel anlamda zafiyetli hale gelmiştir.

Osmanlı ülkesindeki harekat hazırlıklarının haberini alan İran, sulh teklifi iletir. Savaşmadan kazanılacak bir zaferin ufukta belirmesi üzerine hemen herkes İbrahim Paşa’nın bu teklifi kabul edeceğini düşünmeye başlamıştır. Sulh teklifi, Patrona Ayaklanmasının kırılma noktası gibidir. Eğer İbrahim Paşa bu teklifi kabul ederse savaş hazırlığı bitecek ve şehrin güvenliği eski seviyesine yükselecektir. Muhtemelen başta İspirizade olmak üzere ayaklanmayı planlayanlar, bu durumu değerlendirerek, İbrahim Paşa’nın sulh teklifine cevap vermesine fırsat tanımadan-belki planlanan tarihi öne çekerek- ayaklanmayı başlatmaya karar vermişlerdir.

Üçler Komitesi Ayaklanmayı Başlatıyor

                                    “And it will begin!”

GANDALF (Yüzüklerin Efendisi – Kralın Dönüşü)

25 Eylül 1730 Pazartesi Günü, Muslu Beşe demli bir çay ısmarlamak üzere Patrona’yı Çardak Kahvesi’ne götürür ve kahvenin sahibi Ali Usta ile tanıştırır. Yazarın deyişiyle; Patrona, Muslu ve Ali Usta “fitneyi hal yoluna koymak üzere” anlaşırlar ve Üçler Komitesi’ni kurarlar.

Komite 26 Eylül Salı Günü toplanarak bir durum değerlendirmesi yapar. Patrona ve Muslu söz alarak “Üç bin dilaver bir işaretime bakar” şeklinde sözler beyan ederler. Ali Usta da “Üç binden artık… Tuttuğunu paralar sureti beşerde ejderhaları da bu Çardak Kahvesi çıkarır!” der ve tartışmaların sonunda ayaklanmayı başlatacakları günü belirlerler. Arada kalan iki gün boyunca da son hazırlıkları tamamlamayı önlerine koyarlar.

Burada bir noktayı aydınlatalım. Yazar bu buluşmayı öyle bir anlatıyor ki, sanki şahs-ı muhterem her sabah evinden çıkar, bilmediği bir kahvede oturur ve sahibi ile –vakit kaybetmeden- bir ayaklanma planlarmış gibi! Muslu’nun Patrona’yı Kahveci Ali’ye götürmesi, Ali Usta’nın zaten hazırlıklı olması, dün tanışanların iki gün sonrasında ayaklanma tarihi kesmesi… Bunların hepsi ve ayaklanma sırasında tanık olacaklarımız bir arada düşünüldüğü vakit, karşımıza devasa bir organizasyon çıkmaktadır. Yazar elinden geldiğince bu organizasyonu örtbas etme gayretinde olsa bile, paylaştığı olay örgüsündeki “boşluklar” hakikati susarak haykırmaktadırlar. Sıraladığı olayları kendinden menkul, bağımsız parçalar gibi orta yere saçıyorsa da, olaylar birbirine kendiliğinden ilişmekte hatta kenetlenmektedir. Bu durum ister istemez aklımıza “Samarra’daki randevu” hikayesini getirmektedir… Bağdat’ta bir tüccarın alışveriş için pazara yolladığı uşağı, pazarda celladını yani ölümünü görür, koşarak eve döner ve durumu tüccara anlatır. Tüccardan Bağdat’tan kaçmak için bir at alır ve celladın kendisini bulamayacağını düşündüğü Samarra’ya kaçar… Tüccar pazara giderek celladı bulur ve uşağına karşı neden tehditkar bir harekette bulunduğunu sorar. Cellat şaşırır: “Tehditkar bir hareket değildi o, sadece şaşkınlığımın ifadesiydi. O’nu Bağdat’ta görünce şaşırdım, çünkü onunla bu akşam Samarra’da bir randevumuz vardı…” Yazarın ahvali de uşağın ahvalinden farksızdır, yağmurdan kaçarken araba camı patlatan dolu taneleri ile baş başa kalmıştır adeta.

Velhasıl, Üçler Komitesi Çarşamba gecesinden Beyazıd Hamamı’nda toplanmayı kararlaştırır. Otuz kişilik bir toplam ile buluşma gerçekleşir. Abdest alırlar. Ertesi gün başlatılacak ayaklanmanın bayrağı olarak Çardak Kahvesi’nin ocakçısı Küçük Muslu’nun peştamalının kullanılmasına da aynı gece karar verilir. Beyaz zemin üzerine al ve sarı çubuklu peştamal bir sopaya takılır ve ihtilale uyanacak gecenin yerini yeni güne bırakması beklenir.

İhtilalin İlk Günü – 28 Eylül 1730, Perşembe

Güneşin doğuşuyla birlikte Patrona ve arkadaşları kılıç elde, yalınayak çıkarlar Beyazıt Meydanı’na ve Patrona ihtilalinin duyurusu niteliğindeki nutkunu çekmeye başlar:

“Allah Allah! Ey Muhammed Ümmeti!

Duymadık demeyin,

Şeriat-i Muhammediye üzre davamız vardır!

Dükkanlarınızı kapayıp gelin ki sizlerin dahi yeri bayrağımız altıdır!”

İsyancılara hamam tellâkları, softalar, sebzeci, kaldırımcı, tavukçu, süprüntücü, dilenci gibi ayak takımı katılır.(9) İhtilalcilerin ilk hedefi Kapalıçarşı’yı kapatmak olur. Zaten o vakitler tatil olan Perşembe gününde huruç etmişlerdi, ki isyanın başlangıcı olarak bugünün seçilmesi de bu yüzdendir. Üç kola ayrılan ihtilalciler, Kapalıçarşı’ya üç koldan girerler. Bu noktada dükkanların, çarşı-pazarın kapatılması, sistemin işleyişini durdurmaya tekabül etmektedir. Kepenklerini indiren çarşı halkı, ihtilali kulaktan kulağa yaymaya başlamıştı bile… Kimisi “binlerden” bahsetmekteydi, kimisi yeniçerilerin de ihtilalin destekçisi olduğundan… “Başları Patrona Çorbacıymış” denilmekteydi, ki “Tebriz’den gelmiş”… Tebriz’den bahsedilmesi, ihtilalin Batınilikle iç içe kavrandığına işarettir. Zira Tebriz, Batıni akımların başkenti sayılabilir. Başka bir deyişle egemenlere karşı mayalanan bütün isyanlarda, Tebriz’in çorbada bir tuzu vardır genelde… Biraz Dersim’i andırır gibi…

Ayaklanmanın egemenlerin kolluk gücüyle ilk karşılaşmasında, Yeniçeri Ağası Hüseyin Ağa arkasına bakmadan kaçmak zorunda kalmıştır. Rivayete göre Hüseyin ağa yanındaki acemi oğlanlara güvenmiş ama acemi oğlanlar Patrona’nın safına geçmişler durum böyle olunca da Hüseyin Ağa’ya tabanları yağlamak düşmüştür. Reşad Ekrem Koçu bu olayı anlatırken acemi oğlanların İspirizade ve İrşadi Baba gibilerin sözleriyle “zehirlenmiş” olduklarından bahsetmektedir. Demek ki örgütlenme ve ayaklanmanın etki alanı egemenlerin kolluk kuvvetinin içine kadar yayılabilmiştir. Bu nokta hayli kritiktir. Zira egemen devletlerin gelişimi arttıkça, ezilenlerin ayaklanma momentlerinde, egemenlerin zor aygıtını “içeriden” etkisiz hale getirme zorunlulukları da artmıştır. Başka bir deyişle , egemen devletin zor aygıtı, salt karşı zor ile dağıtılamayacak bir seviyeye doğru gelişme eğilimindedir. Bu durumu aşmanın tek yolu ise, egemenlerin zor aygıtını, bizzat aygıtın unsurları olan, aygıtın içindeki ezilenler vasıtasıyla işlevsizleştirmek, yapı bozumuna uğratmaktır. Patrona Ayaklanmasında bu yapı bozumunun özneleri acemi oğlanlar olmuşa benzemektedir.

Esasen Reşad Ekrem Koçu, acemi oğlanları “sözlerden etkilenmişler” şeklinde değerlendiriyorsa da acemi oğlanların salt nutuktan etkilendiklerini söylemek yeterli olmayabilir. Zira acemi oğlanlar “Tamam! Vakit ve saat gelmiş!” diyerek Patrona’nın safına geçmişlerdir. Bana kalırsa, bu şehr-i İstanbul çok yoğun ve gizli bir çalışmayla hane hane örgütlenmişti. Üzüm salkımı modeli gibi kimse kimseyi tanımıyordu. Tek bildikleri ayaklanmanın yakın olduğuydu ve harekete geçmek için Patrona’nın nutkunun kulaklara çalınmasını bekliyorlardı.

Bu tezi destekleyen bir anekdot da paylaşmış yazar. Esircibaşı Muhsin Çelebi’nin başından geçenler… Bu anekdottan anlaşılıyor ki, Patrona’nın haykırdığı kelimeler, o anda aklına gelmiş değillerdi, tersine tüm şehrin duymak için kulak kesildiği ve beklediği, ayaklanmanın işareti sayılacak “şifreydi!” Patrona’nın haykırışı ayaklanmaya katılanlarca tekrar tekrar haykırılıyordu ve bu sesler Cihangir’deki Konağı’nda pineklemekte olan Muhsin Çelebi’ye kadar ulaşmıştı. Sesleri önce uşak Ali ve Hırvat bahçıvan duydu. Aralarında konuşmadılar bile birbirlerine baktılar sadece ve Hırvat bahçıvan sakin adımlarla sokağa çıktı, tüm gücüyle haykırdı: “Allah Allah! Ey Muhammed Ümmeti! Duymadık demeyin, Şeriat-i Muhammediye üzre davamız vardır!” Bunun üzerine uşak Ali, “efendisi” Muhsin Çelebi’nin yanına giderek “…burada eylenme, gözünün gördüğü yere kaç git beyim, zira defterlisin!” demiş ve sokağa fırlayarak kendisi de “şifreyi” haykırmıştır. Ayrıca konakta hiçbir hizmetçinin kalmadığını da eklemeliyiz. Tüm bunlar ayaklanmanın muhteşem bir organizasyonun ürünü olduğunu kanıtlamaya yetmez mi?

Ayaklanmanın ilk günündeki bir diğer kritik hamlede Kahveci Ali Usta’nın imzası vardır. Bir ekip tertipleyen Ali Usta, onları Üsküdar sahili boyunca kurulmuş olan çadırlara saldırtıyor ve çadırların bir kısmını yıktırıyor. O sırada padişahla sadrazam Üsküdar’da Hatice Sultan’ın sarayında bulunuyordu. Bir grup âsi ateş kayıklarıyla Üsküdar’a geçip bazı kişileri öldürerek padişaha ve vezirine gözdağı vermişti.(10) Doğrudan doğruya orduyu hedef alan bu cüretkar hamle, Saray’ın kulağına kadar gidiyor. Bu hamlenin de önceden planlandığına şüphe yoktur, inisiyatif alınabilecek “basitlikte” bir hamle sayılamaz zira. Ordu kuvvetlerine saldırmak Saray’ın gözünü korkutmuştur ve ayaklanmanın ilk gününde, ayaklanmaya dönük topyekun bir taarruzun önünü almıştır. Doğrudan ordugaha saldırabilen bir güç ile karşı karşıya olduğunu hisseden Saray, beklemeyi tercih etmek zorunda kalmıştır. Strateji-taktik bağlamında bu hamleyi not etmek gerekir…

Diğer taraftan yeniçeri, ilk gün kapıları açmamıştır. Eski ve Yeni Odalara giden ayaklanmacılar elleri boş dönmüştür. Bunun üzerine Patrona ve arkadaşları, Aksaray’daki Eski Odalar denen yeniçeri kışlasının karşısındaki Et Meydanı’na bayraklarını dikmiş, meydanın ortasına ateş yakarak etrafında oturmaya başlamışlardır. Çardak Kahvesi’nin müdavimi Aşık İbadi, ateş başında yaktığı Köroğlu türküleriyle bir yandan ayaklanmanın damarlarına taze kan pompalamış bir yandan da yeniçerileri kavgaya katmak için sözler bestelemiştir:

“Ağa sindi kaçtı üç yüz neferle

Biliriz ocaklı bizimle bile

Gün ışır ışımaz görürüz hele

Bayrak altındadır hep yeniçeri…” (11) 

İhtilalin İkinci Günü – 29 Eylül 1730, Cuma

Ayaklanmacılar geceyi meydanda geçirdikten sonra, sabah namazında yeniçerileri kavgaya katmak için tekrar harekete geçerler. Namaz sırasında bölük zabitlerine dil döken Ali Usta, ufak da olsa bir kazanım elde eder: Yeniçeriler ayaklanmaya kılıç çekmeyeceklerini belirtirler. Bu kısmi anlaşmadan sonra, ocaktan bir çok kişi meydanda bayrak altına girmişse de yeniçeri kazanları çıkartmakta ayak diremektedir. Bu noktada, yeniçeri kışlasının yüksek kumanda heyetinin Saray’da olduğu ve Ali Usta’nın meseleleri zabitler ile halletmeye çalıştığını da belirtmeden geçmeyelim. Bahsettiğimiz, egemenlerin zor aygıtını içeriden çözme meselesinde, zabit gibi ezilen saflardan çıkmış ve henüz zor aygıtı içinde, devlet ile kendini özdeşleştirme noktasına varacak bir yabancılaşma yaşamamış kimselerin rolünün kritik olduğuna dair kıymetli bir deneyimdir Ali Usta’nın pratiği…

Ali Usta kısmi bir kazanım elde etmişse de oldukça gergindir. Kazanları çıkartmayan yeniçeri, rüzgar tersten esmeye başlarsa “kılıç çekmeyiz” sözünü unutabilir, bunun farkındadır Ali Usta. Bunun farkında olan sadece Ali Usta değilmiş ki, Patrona da boş durmamış! Bu süre zarfında harekete geçen Patrona, tersaneye gitmiştir. Sultan III. Ahmet tarafından da Kaptan Paşa tersaneye gönderilmiştir. “Mübalağa cenk olunmuş” ise de, Patrona Kaptan Paşa’yı tersaneden kovmayı bilmiş ve tüm gemilere, mühimmatlara el koymuştur. Müjde önce Muslu’ya, Muslu’dan da Ali Usta’ya iletilince, Ali Usta bu koz ile artık yeniçeri zabitlerini ikna edebileceğini hisseder, zira siyaset güç ile yapılır ve artık ayaklanma çok daha güçlüdür. Ali Usta yanılmamıştır, tersanenin ele geçirilmesi, Kaptan Paşa’nın iteklenmek suretiyle kovalanmasını duyan yeniçeri -Hacı Bektaş Kazanı dahil- tüm kazanları koltuklarının altına alarak meydana çıkmışlardır! Artık ayaklanma “geri döndürülemez” bir momentuma erişmiştir!

Kazanların meydana çıkması ile beraber, ayaklanmanın merkezi Et Meydanı’ndan, ihtilallerle anılan At Meydanı’na taşınmıştır, yani Sultan Ahmet Camisi’nin önüne. Bu yer değişikliği, zaferin ilan edilişinin nişanesi olarak gerçekleştirilmiş gibidir.

Reşad Ekrem Koçu’nun bir illiyet bağı kurmadığı, Deli İbrahim Efendi’nin Et Meydanı’na gelişi ile bu taşınma arasında bir bağ olabilir mi? Öncelikle Deli İbrahim Efendi’den bahsedelim. Ayaklanmanın ikinci günü, at üstünde çıplak ayak ayaklanmacıların yanına gelen Deli İbrahim, Üçler Komitesi tarafından İstanbul Kadısı ilan edilmiştir.  Âsilere katılan bazı ulema ve özellikle bir süre önce İstanbul kadılığına tayin edilen müderris Deli İbrahim Efendi âsilerin isteklerine uygun biçimde verdiği fetvalarla isyanı meşru hale getirdi. (12) Yazar (REK*) bu süreci, “biz de bir kadı arıyorduk, dediler ve bu adamı da kadı ilan ettiler” şeklinde ağızları açık bırakan bir mantıkla (!) izah ederek noktayı koymuştur… Yazarın ayaklanmayı bir “tesadüfler curcunası” şeklinde sunma çabasının başka bir örneği daha… Ayaklanmanın en mühim pozisyonlarından birine rastgele bir kişiyi seçmek, sanırım sadece yazarın mantığına uygundu. Muhtemelen Deli İbrahim Efendi, Üçler Komitesi tarafından zaten “bekleniyordu”. Bahsettiğimiz gizlilikten ötürü belki tanımıyorlardı Deli İbrahim’i ve belki bu yüzden bir şifre ile geldi ama beklendiği kesin gibidir. Dolayısıyla, doğrudan İstanbul Kadısı olması, organizasyonun bir parçası yani planın işletilmesinden ibaret bir olaydır. İşte bu pencereden bakılacak olursa, At Meydanı’na taşınmayı ve Sultan Ahmet Camisi’nin önüne yerleşmeyi, Deli İbrahim’in yönlendirmesiyle gerçekleştirmiş olduklarını düşünebiliriz.

Müderris olan Deli İbrahim’in gelişi -sadece- bu taşınmaya yol açmamıştır. Bu taşınma ile ayaklanmada adeta ikinci aşamaya geçilmiştir. Üçler Komitesi olarak bildiğimiz Ali Usta, Patrona ve Muslu’dan müteşekkil toplama “Serdengeçti Ağaları” ismini veren Deli İbrahim, bir dizi hazırlıkla katılmıştır ayaklanmaya… Elinde “defterliler” denilen bir liste vardır. Bu listede “defterli” olan zenginlerin mal-mülklerine derhal el konulması talimatı verilir ve talimat icra edilir. Kamulaştırma başlamıştır. Bu listeden de tekraren anlaşılmaktadır ki, Deli İbrahim yoldan geçerken rastlanılmış biri değildir, tersine ayaklanmaya planlayıcıların dahil ettiği, bu yüzden de kabarık bir listeyle ayaklanmayı muradına erdirmek için görevlendirilmiş bir öncüdür.

Deli İbrahim’in yönlendirmesiyle, çok önemli bir hamle daha yapılmıştır. Serdengeçti Ağaları-Saka Divanesini muradına erdirmiş- İstanbul’daki kafeslerin kapısını açtırmıştır, zindanlarda zulüm gören ezilenler özgürleştirilmişlerdir. Bu sahneyi gözlerinin önüne getiremeyenlerin, “Kara Şövalye Yükseliyor” filminde Batman’ı dize getiren Bane’in Gotham zindanlarını boşalttığı sahneyi ve o sahnedeki nutkunu izlemeleri tavsiye olunur…

Bu sırada şehre tellaklar gönderen Deli İbrahim, bugün için ezan okunmasını ve namaz kılınmasını yasaklamıştır. Koskoca ayaklanmayı, Patrona Halil’in Atlıases Fatma Hanım’a olan aşkına bağlayabilen yazar, Müge Anlı’yı solda sıfır bırakan “olayların cinciğini çıkararak birbirlerine bağlayabilme” yeteneğini, nedense bu noktada kullanmamıştır. Çünkü uygulamaların çıplak/yorumsuz halinin, ayaklananları İslam düşmanı göstermeye hizmet edebileceğini varsaymıştır… En azından, “Bunlar İslam düşmanıysa, neden yalnızca bir günlüğüne yasaklamışlar ezan ile namazı?” sorusuna cevap verseymiş… İşin esası, İslam’da cihat en büyük ibadet olduğu için “cihat halinde iken başka ibadet yapılmaz” yaklaşımıdır. Muhtemelen ayaklanmanın o günü, zenginlerin biriktirdiği ihtiyaç fazlası mala el konulması ve cahiliyenin alaşağı edilmesi hasebiyle cihadın başlangıcı olarak ilan edilmişti…

İhtilalin ilk gecesinde ateş başında türkü yakarak “zafer yakındır” diye fısıldaşanlar, ikinci gün zaferi ve İstanbul’a avuçlarının içine almış, haramilerin saltanatını yıkmaya çok yaklaşmışlardı.

İhtilalin Üçüncü Günü – 30 Eylül 1730, Cumartesi

            “Üsküdar’a geçip üç ay oturdum

            Divan sürüp cümle işim bitirdim

            Zorbaları işittim aklım yitirdim

            Sultan Ahmed girdi benim kanıma

            İzni ile öldüğüme ağlarım”

(Nevşehirli İbrahim Paşa’nın ağzından yazılmış bir destandan) (13)

Serdengeçti Ağaları Cumartesi sabahına imamların öncülüğünde bir kısım halkın şikayetleriyle uyanırlar. Şikayetlerin içeriğine geçmeden önce, ayaklanmanın halkın gözünde çoktan zafer kazanmış olduğunun, imamların ve halkın şikayet mercii olarak Serdengeçti Ağalarını görüyor olmasından anlaşılabileceğini belirtmiş olalım… Şikayetlerin konusu, dün akşam itibariyle bazı kişilerin, defterli olan zenginlerin dışında kalan evlere de dadanmasıydı. Serdengeçti Ağaları hiç teklemeden şikayeti çözmüşlerdi: “Bunların bizle bir alakaları yoktur, vurun öldürün bunları, sizden bunların kanı sorulmayacaktır.” Planlı-defterli kamulaştırmaları suistimal ederek halka zulmedenlerin biletleri bu şekilde kesilmiştir.

İhtilalin ikinci günü İstanbul Kadısının atanmasından sonra, üçüncü gün de Aşık İbadi Cebecibaşı ve Kel Mehmed de Yeniçeri Ağası olarak atanmıştır. Ayaklanma kendini organize etmeye, ikili iktidar pozisyonunu kurumsallaştırmaya başlamıştır.

Yeniçeri Ağası olarak atanan Kel Mehmed’in ilk icraatı, İstanbul’daki tüm yeniçeri kolluklarını (karakollarını) kapatmak olmuştur. Yazar, “şehir kasten zabıtasız bırakıldı” diye yakınsa da esasında yapılan, halkın öz savunma örgütlenmesinin önünü açmaktır. Ki zaten, şehrin “güvenliğini” sağladığını söyleyen zabıtaların, halkın açlıktan kırıldığı İstanbul’da, zenginlerin yoksulları soyup soğana çevirmelerini engelleyemediği/engellemediği “defterlilerin” dökümünden anlaşılmış olsa gerek… Artık konaklarında şatafat içinde yaşayanları koruyacak, “gerçek hırsızların” güvencesi olacak karakollara ne hacet…

Ayaklanmanın geldiği aşamada, Sultan ne yapacağını bilmez bir haldedir. Kolu kanadı kırılmış bir kuş misali yere çakılmadan önce, azıcık daha havada süzülerek hala bir şansı varsa uçmaya devam etme, değilse de yere çarpma hızını azaltma derdindedir. Hepsinden öte, artık bir şeyler yapmalıdır, onu veya bunu, ama mutlaka bir şeyler yapmalıdır.

Ayaklanmaya saldırıp dağıtabilecek bir gücü yoktur ve bunun farkındadır. Halkın ayaklananların yanında olduğunu da gözden kaçırmamaktadır. Ehven-i şer bir tercih yapmak zorunda olduğunu görmektedir. Ve biraz zaman kazanmak için, Serdengeçti Ağalarına bir elçi gönderip “Derdiniz nedir? Derman olayım” diye sordurmaya karar verir. Ve fakat belirtmek gerekir ki, III. Ahmet’in -kendisi açısından- farkında olduğu makus gerçeklerden, Serdengeçti Ağalarının da haberi yok değildi. Satranç müsabakasının karşılıklı hamleleri başlamıştı.

Serdengeçti Ağaları adına Muslu Beşe, Sultan’dan Saray’daki “defterlilerin” verilmesini istedi. Toplamda otuz yedi kişiden oluşan listenin başında elbette Sadrazam İbrahim Paşa bulunuyordu. Kethüda Mehmed Paşa ve Şeyhülislam Abdullah Efendi gibi isimler de Sadrazam İbrahim Paşa’ya yakınlıkları ile dikkat çeken kişilerdi. Muslu Beşe, Sultan’dan defterlilerin teslimini isterken “…bizler padişahımızdan hoşnut ve razıyız…” notunu düşmeyi de ihmal etmemişti…

Satranç bilenler hak vereceklerdir ki “at” -kullanmasını iyi bilenler için- çok işlevsel ve tehlikeli bir taştır. Atı ileri sürersiniz, rakibiniz zanneder ki, siz gözünüzü bir piyona veya benzeri önemsiz bir taşa diktiniz. Halbuki bir hamle ötede at ile yapılacak müthiş bir hamle vardır, öyle bir şah çekersiniz ki, satranç tabiriyle şah/vezir olur. Ama bunu yapabilmeniz için rakibinize hissettirmemeniz gerekir. İşte “padişahımızdan hoşnut ve razıyız” sözleri de tam da bu amaçla söylenmiştir. Ya da Arog filmindeki Arif karakterinin felsefesiyle: “Hayvan kurduğunuz tuzağı fark etmeyecek…”

III. Ahmet ise -yine satranç tabiriyle söylersek- “rok” yaparak olası matı en azından altı-yedi hamle geciktirmek niyetindedir. Bu amaçla defterli listesindekileri feda etmeye hazırdır. Aslında mecburdur da… Eğer at; şah/vezir çekerse mecburen şahı kaçırır ve veziri feda edersiniz… Yalnız listede ufak bir değişiklik yapılmak istenmiştir. Şeyhülislam’ın listeden çıkarılmasına dair, Serdengeçti Ağalarını ikna etmek üzere İspirizade görevlendirilmiştir. İspirizade, Sultan Ahmet Camisi’ne giderek önce coşturucu bir konuşma yapmış, sonrasında da Şeyhülislam’ı listeden çıkartarak yerine Kaptan Mustafa Paşa’nın adını yazdırmıştır.

İspirizade, Saray’a dönüp her şeyi aktardıktan hemen sonra, Sultan fermanı vermiş, Sadrazam İbrahim Paşa, Kethüda Mehmed Paşa ve Kaptan Mustafa Paşa derhal yakalanmış ve idam edilmişlerdir. Kapıarası denilen yerde boğulmadan önce soyulan İbrahim ve Mustafa Paşa’nın üzerinden bir servet çıkmış olduğu iddiasını da not etmiş olalım…

İhtilalin üçüncü gecesi kanlı geçmekte, Padişah batmakta olan gemisinden ağırlıklarını atarak kurtulmaya çalışmaktaydı.

İhtilalin Dördüncü Günü – 1 Ekim 1730, Pazar

Pazar sabahı, defterli maktullerin ihtilalcilere teslim edilmesiyle başlamıştır. Kaptan Paşa’nın cesedi Üsküdar’daki Horhor Çeşmesi’nin önüne atılmıştır. Kethüda Mehmed’in cesedi ise Et Meydanı’nda bir ağaca asılarak teşhir edilmiştir.

Peki Sadrazam İbrahim Paşa’nın cesedi? İbrahim Paşa’nın cenazesi üzerinden yoğun bir tartışma yaşanmıştır. Sultanın gönderdiği naaşın İbrahim Paşa’ya ikizi kadar benzeyen Kürkçübaşı Manol’a ait olduğu iddiası meydanı hareketlendirmişti. Hiç kimse bu cenazenin İbrahim Paşa’ya ait olduğuna inanmıyordu. Bunun üzerine, Serdengeçti Ağalarına göre de Kürkçübaşı Manol’a ait olan ama Sultan tarafından “İbrahim Paşa’nın cenazesidir” diyerek verilen naaş teslim alınarak Bab-ı Hümayun önüne atılır. Sultan’ın kendilerini kandırdığını düşünen Serdengeçti Ağaları ve beraberlerindeki kalabalık, III. Ahmet aleyhine sloganlarla İstanbul’u inletmeye başlamıştır artık! Bu saatten sonra ayaklanmanın hedefinde III. Ahmet’ten başkası yoktur.

Satranç diyorduk… Sultan, Serdengeçti Ağalarının talepleri üzerine -rok yaparak- İbrahim Paşa ve diğerlerini feda ederek matı ertelemeye çalışmıştı. Ama satranç oynayanlar hak verecektir ki veziri feda etmenin -rok yapmanın- matı engelleyebilmesi için de bazı koşullara ihtiyaç vardır. Eğer bu şartlar oluşmamışsa rok yapmak bindiğiniz dalı kesmeye, intihar etmeye benzer. Örneğin, rok yapınca şahı arkasına gizleyebileceğiniz piyon hattını bozmuşsanız, hele de bu piyonlardan kayıplar vermişseniz, yaptığınız rok ile şahı kendi elinizle köşeye sıkıştırmış olursunuz. III. Ahmet’in pozisyonu tam da böyle olmuştur.

Serdengeçti Ağalarının “… bu Kürkçü Manol’dur, İbrahim Paşa değildir” kanırtmalarının sembolik olduğu düşünülebilir. Yazarın paylaştığına göre Manol ayaklanma çıkar çıkmaz İstanbul’dan kaçmıştı. Yani Sultan, Manol’u Serdengeçti Ağalarının karşısına -ölü ya da diri çıkartıp “Manol budur, İbrahim de budur, ya da tersi fark etmez, alın ikisi de sizindir” deme şansına sahip değildi. Serdengeçti Ağaları belki Manol’un kaçtığını da biliyordu, Saray’dan bihaber değillerdi nihayetinde… Artık burada kriminal meseleler tartışma konusu yapılmayacaktır. Serdengeçti Ağaları ayaklanmanın en güçlü anında, doğrudan Sultan’ı hedef almaktadır, o kadar!

Manol-İbrahim Paşa meselesi ise Sultanı kitleler gözünde zayıflatmak için kullanılmış bir unsur olarak ele alınabilir… Bu taktik/siyasal mücadele süreçlerinde eli güçlü olanın zayıf olan ile uzlaşmamak için kullandığı yöntemlerdendir: Karşı taraftan öyle bir talep de bulun ki karşılaması mümkün olmasın -uzlaşma ihtimalini ortadan sen kaldırmış olmadan- rakibini bertaraf et!

Sultan III. Ahmet artık kendisinin de, İbrahim Paşa ve diğerlerini yuvarladığı uçurumun kenarında olduğunu görmekteydi. Zaten hepsini yuvarlayan, iten, bizzat Patrona Ayaklanması değil miydi? Artık ayaklanma III. Ahmet’e dikmişti gözlerini. Bu durumdan sıyrılabilmek için önce İspirizade’yi sonra da Zülali Hasan Efendi’yi Serdengeçti Ağalarının ayağına gönderir III. Ahmet… Daha bir gün önce “…padişahımızdan razıyız” diyen Serdengeçti Ağaları, “Padişahımız halvethanesinde istirahat buyursunlar artık” cevabından başka laf etmezler. İhtilalin dördüncü günü, Serdengeçti Ağalarının III. Ahmet’e gönderdiği ültimatomların Saray’ın süslü duvarlarında yankılanmasıyla son bulur.

İhtilalin Beşinci Günü – 2 Ekim 1730, Pazartesi

İstanbul’un “fatihi” ile kanunlaşan “kardeş katli”, I. Ahmet’in yayınladığı kanun hükmünde kararname (ferman) ile yerini, kardeşlerin “kafes” diye tabir edilen saraylara hapsedilmesine bırakmıştı. Yani artık tahtın olası varisi biyolojik olarak değil, ruhsal/psikolojik olarak öldürülüyordu (!) ya da canlı canlı “kafeslere” gömülüyordu. Kafeste keçileri kaçırmamayı başaran veliahtların hala tahta çıkma şansları vardı. III. Ahmet’in dedesi olan Deli İbrahim’in “deliliği” de, işte bu memleketteki tecrit “geleneğinin” önemli halkalarından olan “kafeslerden” geliyordu…

III. Ahmet artık köşeye sıkışmıştı. Ayaklanma çoktan kazanmıştı ve III. Ahmet’le daha fazla oyalanıp okeye dönme niyeti yoktu. Serdengeçti Ağaları gönderdikleri son mesajla III. Ahmet’e iki yol sunmuşlardı, ya çekilirsin ya da deden Deli İbrahim’in sonu ile yüzleşirsin…

III. Ahmet’in karar vermesi için ise bir gece yeterli olmuştur. III. Ahmet, kardeşi II. Mustafa’nın oğlu Şehzade Mahmud’u kendi elleriyle kafesten çıkararak Osmanlı tahtına oturtmuştur. Ayaklanma beş günde Osmanlı’nın tüm iktidarını alaşağı etmiş ve pratik hakimiyetini siyasal üst yapıdaki değişimle taçlandırmayı başarmıştır.

Yeni Sultan I. Mahmud ile Anlaşma

I. Mahmud’un tahta oturması ve yavaş yavaş da havaların soğumaya başlamasıyla beraber, Serdengeçti Ağaları meydanlardaki çadırları sökmeye başlayacaklardır. Bu noktada ayaklanmacılar ile I. Mahmud arasında, ayaklanma zaferinin nişanelerinden olan bir anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmaya göre, Serdengeçti Ağaları Osmanlı yönetiminde, karar mekanizmasında belirleyici bir pozisyona kavuşuyorlardı. Bu pozisyonun karşılığında ise İstanbul “normalleşecekti” ve olası kargaşa çıkaranlara Serdengeçti Ağaları ve Sultan birlikte karşılık vereceklerdi. Anlaşmanın imzalanmasıyla çadırlar sökülmüş Serdengeçti Ağaları ve ayaklanmanın diğer öncüleri kendi oda ve kışlalarında ikamet etmeye başlamışlardı.

Kahveci Ali Usta’nın Gümrük Baskını

Daha anlaşmanın mürekkebi kurumamıştı ki Ali Usta anlaşmayı ihlal etmeyi başardı. Ayaklanmadan önce Ali Usta’nın husumetli olduğu bir gümrükçü vardır ve Ali Usta bu hesabı kapatma hesabına kapılmıştır. 12 Ekim Perşembe Günü gümrüğü basan Ali Usta, “intikamını almışsa da” Patrona ve Muslu’yu zor duruma sokmuştu. Ancak Patrona ve Muslu, “derin bir Ali Usta kişiliği çözümlemesi” yaparak ve bireysel/fevri çıkışların mücadeleye verdiği zararları izah ederek, Ali Usta’nın “feodal ve küçük burjuva” pratiğini mahkum etmişlerdir vesselam! Sonuç itibariyle Ali Usta İstanbul’u terk etmek zorunda kalmıştır, zira anlaşma ortadadır. Böylelikle Ali Usta’nın sorumsuz davranışı ile ayaklanma ilk kan kaybını yaşamıştır.

İspirizade’nin Ölümü

Normalde Mart ayına yapıştırılmış olan yafta, ayaklanma açısından Ekim ayına daha çok yakışmaktadır. Ekim ayı dert ayı olmuştur. Ali Usta’nın kaçışından sonra, İspirizade de veba yüzünden Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Ayaklanmanın bilebildiğimiz en önemli planlayıcısı olan İspirizade’nin vebadan ölmesi, kötü bir tesadüf olabileceği gibi yavaş yavaş hazırlanmaya başlayan egemenlerin karşı saldırısının bir parçası da olabilir. Arkadaşlarımız hala yazarın İspirizade’ye ettiği hakaretlerin kaç sayfayı doldurduğunu, bu sayfaların da kaç ağaca mal olduğunu hesaplayadursun; İspirizade’nin ölümünü bir satırla geçiştiren yazarın suçlulukla dolu şüpheli tavrını not etmemiz gerekmektedir. Ayrıca o dönem için salgın halini almayan vebanın sadece İspirizade ve yakın yoldaşlarının canını almış olması, şüpheleri daha da artırmaktadır. Velhasıl, İspirizade’nin veba bulaştırılmak suretiyle suikasta uğramış olması ihtimal dahilindedir.

Sadabad Kaşaneleri Yıkılıyor

Sadrazam İbrahim Paşa ile anılan ve yabancılaşmanın inşaat hali olan Sadabad Kaşaneleri de Ekim ayı içerisinde, Sultan’ın fermanıyla yıkılmışlardır. Yazar bu yıkımı, ayaklanmacı kitlelerin Sadabad Kaşaneleri etrafında huzursuzca dolaştıklarını gören Sultanın şahsi yönelimine bağlamışsa da muhtemelen Serdengeçti Ağaları ile Sultan arasında varılan anlaşmanın maddelerinden biri de bu kaşanelerin yıkılmasıydı. Bu madde anlaşmada yazılı olarak bulunmuyor ise de konuşulup anlaşılmış olabilir.

Her ayaklanma, başarıya ulaştığı vakit alaşağı ettiği dönemin sembollerini de tarihin mezarlığına gönderir. Tarih yıkılmış heykel görüntüleriyle birlikte anlatılan ayaklanma öyküleriyle doludur.

Serdengeçti Ağaları Ve Padişahlık Divanı

Serdengeçti Ağaları I. Mahmud ile yapılan anlaşmadan sonra, Osmanlı’nın karar mekanizmasında boy göstermeye başlamışlardı. Âsiler, önceleri hiçbir resmî görev ve unvan almadan hükümetin icraatını denetlemeyi denedi. Patrona Halil, I. Mahmud’dan halka yüklenen aşırı vergilerin ve malikâne usulünün kaldırılmasını istedi. Padişah tarafından kendisine 100.000 altın teklif edildiğinde ise İstanbul’un bütün servetinin kendisine ait olduğunu, makam ve paraya ihtiyacı bulunmadığını söyledi. (14) Yazar her ne kadar          “resmi bir sıfatları olmamasına rağmen” iğnelemesine başvurmaktan imtina etmemişse de fiili durumda Divan-ı Hümayunda alınan tüm kararların Serdengeçti Ağalarının istediği şekilde çıktığını belirtmek zorunda kalmıştır.

Ağalar kendi güvenliklerini de sıkı tutuyorlardı. Divan toplantılarına dahi 300 kişilik silahlı dilaverler ile gidiyorlardı. Bu durum Patrona ve arkadaşlarının ayaklanma ile dize getirdikleri Osmanlı yapısına da, kendi elleriyle tahta çıkardıkları I. Mahmud’a da aralarındaki anlaşmaya rağmen güvenmediklerinin işaretidir. Güvensizliklerinde haksız olmadıklarını da yaşayarak (!) öğrenmek zorunda kalmışlardır zaten…

Büyük Tuzak

Kasım ayına gelindiği vakit I. Mahmud kendisini tahta çıkaran Serdengeçti Ağalarından kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı bile. I. Mahmud’un bu davranışı, bireysel bir ihanet/kadir bilmezlik olarak ele alınamaz, bu durum yapısaldır. İktidar Gücü ile Özgürlük Gücü iki cambaz gibidir, aynı ipte ikisi birden oynayamaz. Bu yapısallık, Habil ile Kabil’den beri takip edilebilecek bir silsile şeklinde tarihi sarıp sarmalamaktadır.

I. Mahmud’un Serdengeçti Ağalarına karşı komplocu tavrı, “besle kargayı oysun gözünü” sözünü haklı çıkartmaktaysa eğer, buradan çıkartılacak tek ders, asla karga beslenmemesi olmalıdır. Zira karganın (!) iyisi/kötüsü yoktur, karga kargadır! Ejderha asla yaralı bırakılmamalıdır.

Kaptan Giray Han denen “uğursuzun” –yazar bizi de etkiledi sanırım- Kırım Hanı ilan edilerek kaftan giydirilmek üzere İstanbul’a getirildiği 8 Kasım, başta Patrona olmak üzere Serdengeçti Ağalarına kurulacak tuzağın en kritik hamlesinin yapıldığı gündü. Saray’da kulaktan kulağa tertiplenen suikast planında başrolde Kaplan Giray Han vardı.

Yazarın anlattığı üzere, Serdengeçti Ağalarını katletmek için ilk önce 23 Kasım’da düzenlenecek Divan toplantısı seçilmiştir. Ancak 23 Kasım’daki toplantıda her ne olduysa suikast ertelenmiştir. Bir iddiaya göre o toplantıya Patrona katılmamıştır. Başka bir iddiaya göre ise bu Divan toplantısında Patrona yer almıştır ama Patrona’yı şüphelendirmemek ve kendini güvende hissetmesini sağlayarak bir miktar daha savunmasızlaştırmak adına bu toplantı olağan seyrinde devam ettirilmiştir.

25 Kasım tarihine ertelenen Divan toplantısında suikast/katliam gerçekleştirilir. Divan olağan seyrinde devam eder ve noktalanır, ancak henüz Serdengeçti Ağaları salondan dışarı çıkmamıştır ki, Pehlivan Halil Ağa denen “sevimsiz” salona dalarak ağalara saldırır ve ağalar burada katledilir. Ağaların güvenliğini sağlayan dilaverler, salona uzakta sarayın iç kısmında bir yerde beklemektedirler bu sırada. Ağalar katledildikten sonra bu dilaverler ve bir kısım ağalar da aynı şekilde katledilmiştir, yazarın dediğine göre üzerlerine ateş de açılmıştır.

Serdengeçti Ağaları saldırıya uğradıklarında silahsızlardı, sadece Patrona’nın yanında bir hançeri vardı. Dilaverler ise silahlı oldukları için, yazarın deyişiyle biraz güçlük çıkarmışlardı. Üzerlerine ateş açılmak zorunda kalındığına göre, son anlarında bile görkemli bir direniş sergilemiş, yanlarına kimseyi yaklaştırmamışlardır. Yazarı “zorluk çıkardılar” notunu düşmek zorunda bıraktıklarına göre “epey can yaktıklarını” tahmin etmeye hakkımız var!

Patrona Halil ve Muslu Beşe’nin cenazeleri önce halka teşhir edilmiş sonra ayaklarına taş bağlanarak denize atılmıştır. Egemenler/İktidar Gücü, Serdengeçti Ağalarının cenazelerinden dahi çekindikleri için naaşlardan kurtulmaya çalışmışlardır. Bu büyük ayaklanmayı Patrona Halil ve Muslu Beşe’nin cenazeleri üzerinden denizin derinliklerine gömmeye niyetlenmişlerse de bu topraklarda birikmiş adalet/özgürlük sevdasının sularda boğulamayacak kadar görkemli olduğunu ispatlaması için yalnızca bir kaç ay yeterli olmuştur.

Derviş Gonca Ayaklanması

“… ezilenlerin her yeni mücadelesi yalnızca o günkü egemenliği değil, geçmişteki galibiyetleri de sorgular”

MICHAEL LÖWY 

Patrona Halil Ayaklanmasının başladığı 28 Eylül 1730 tarihinden tam altı ay sonra bir kalender olan Derviş Gonca önderliğinde yeniden ayaklanma çıkmıştır. İki ayaklanmanın benzerlikleri çok fazladır. Zaten Derviş Gonca ve yoldaşları, Patrona ve arkadaşlarının “hesabını sorma” temasını işlemekteydiler. Yeniden harekete geçen toplumsal dinamikler, Et Meydanı’na çıkılması, yeniçerilerin kazanlarını çıkartmaları… İki ayaklanmanın da aynı çizgi üzerinde, birbirlerini takip eden karakterlerini ortaya koymaktaydı. Walter Benjamin’in deyişiyle, tam bir “kefaretçi ayaklanmadır” Derviş Gonca Ayaklanması; Patrona’nın kefareti ayaklanmıştır adeta! Patrona ve Muslu ayaklarına bağlanan taşları çözmüşler ve elde kılıç Et Meydanı’nda görünmüşlerdir tekrardan. Bir kez daha çarşı/pazarı kapatmışlar, bir kez daha çıplak ayaklarıyla Beyazıd Camisi’nin avlusunda belirmişlerdir. Roma’nın katlettiği Spartaküslerin kefaretçileri olan Rosa Luxemburg önderliğindeki Spartakistlerin yaptığı gibi, tarihte biriken enerji açığa çıkartılmıştır.

Gelgelelim; Osmanlı, Patrona Ayaklanmasından dersler çıkartmıştır. Egemenler, ezilenlerin pratiklerinden öğrenerek güçlenmektedir. İktidar Gücünün kara tahtasında şunlar yazılıdır muhtemelen:

Konu: Ayaklanma

Ders 1: Paniğe kapılmayacağız, telaş ile elimiz kolumuz birbirine girmeyecek

Ders 2: Ayaklanmacılara zaman tanımadan, eldeki tüm güç ile saldırıya geçilecek…

Ve öyle de yapılır. Derviş Gonca Ayaklanmasına karşı derhal saldırıya geçen Osmanlı, kanlı bir cengin sonunda ayaklanmayı bastırmıştır… Yazarın paylaştığı üzere, her gün 300-400 kadar ayaklanmacı, İstanbul’un farklı mekanlarında idam edilmiştir, bir hafta içinde 2500 direnişçinin asıldığı belirtilmektedir. Derviş Gonca ise şimdi Çarşıkapı denilen, zamanın Parmakkapı mevkiinde idam edilmiştir.

Son Yerine

“Zamanında merhumlar tarafından solunan havanın bir kısmı değil midir etrafımızda uçuşan?”

WALTER BENJAMİN

Reşad Ekrem Koçu’nun “Patrona Halil” kitabı, ayaklanmayı iki yakasından tutarak var gücüyle -siz bildiği tüm hakaretleri pancar motoru gibi pat pat sıralayarak, şeklinde okuyunuz- silkelemeye odaklanmıştır. Yakalardan biri, ayaklanmanın ideolojik/düşünsel boyutudur. Diğeri ise ayaklanmanın pratik boyutudur. Egemenler kazandıkları zaferler ile, geçmişin mücadele dolu bölümü hakkında hüküm verme imkanını da ele geçirirler. Bu, zaten yenilmiş, katledilmiş olan ezilenlerin, ölülerinin de güvenliğinin olmadığı anlamına geliyor. Tarih diye bizlere okutulan, aslında, geçmişin tahrif edilmiş halinden ibarettir.

Hiçbir şey için değilse bile, Üsküdar’dan motora binerken, Beyazıt Ana Kapıda dövizler ile yürürken, Haydarpaşa Tren İstasyonunda Kartal banliyösünü beklerken -sahi hala bitmedi mi yenileme çalışmaları- soluduğumuz havanın bir kısmı, belki sadece bir solukluk kısmı bile merhumlar tarafından solunan havadan kalma olduğu için bu “borçluluk durumundan” kaynaklansa bile, kara çalınmış bir geçmişin tarih diye yutturulmasına direnç göstermeliyiz. Tahrifatın üzerinde yükseldiği derme/çatma yapıdan bir tuğla çekebilsek, yanımıza kar kalır fena mı? Ölmüşlerimizin canına değsin, çok mu?

Yazara, “şu ellerini hele bir aşağı indir bakalım” diyecektik… Önce ayaklanmanın düşünsel boyutuyla başlayalım. Yazar kitabının muhtelif yerlerinde, sinsi bir ısrarla, ayaklanmacıların dinsiz/imansız olduğu yönünde ifadeler kullanmıştır. Halbuki, çalışmamızın bütününden çıkarılabileceği üzere, Patrona Halil Ayaklanmasının düşünsel/itikadi motivasyonu İslam’dan ibarettir. Ayaklanmanın “şifresi” dahi bunu kanıtlamaya yeter delildir. Ayaklanmanın düşünsel hedefleri olan eşitlik ve adalet ülküleri, bizzat İslam’ın referans olmasının ürünüdür, İslam prizmasından kırılmışlardır yani. Kuşkusuz ki bu İslam, gerçek İslam, ezilenlerin İslam’ıdır, tahrifatla dolu egemenlerin İslam’ı değil!

Ayaklanmanın pratik boyutuna geldiğimiz vakit; yazar ayaklanmayı, Hollywood senaristlerini kıskandıracak bir tesadüfler silsilesi şeklinde anlatmaktadır. Öyle olunca, sanki ayaklanma, spontaneymiş gibi gözükmektedir. Halbuki Patrona Halil Ayaklanması, olabilecek en planlı ayaklanmadır. Osmanlı saltanatını üç/dört günde dize getirebilecek kadar organize… Ki bu organize hali çalışmamız boyunca irdelemeye çalıştık, yazarın sağa/sola savurduğu parçaları bir arada okumayı denedik. Hiç de zorlanmadığımızı itiraf edebiliriz. Hatta bazı parçalar biz “çağırmadan” bağlantılı oldukları parçaların yanına kendiliklerinden iliştiler…

Bu çalışma, yazarın –ve şahsında tüm egemenlerin- kanlı ellerini Patrona’nın yakasından ayırmaya ne kadar yetecektir? Bu sorunun cevabı, “kalem kılıçtan sahiden de keskin midir?” sorusuyla beraber tartışılırsa, çalışmanın sadece bir başlangıç anlamı taşıyabileceği sonucuna varabiliriz. Devamı hala getirilmemiş diğer başlangıçlar gibi…

Semender olma amacıyla yanıp tutuşan serüvencilerin merhum Patrona’dan öğrenebileceği çok şey vardır. Kulak verin Patrona’ya ve her 27 Eylül’de Beyazıt Hamamı’nda olun, OTUZ KÜLHANİYİ YALNIZ BIRAKMAYIN!

DİPNOTLAR

*Yazar, REK: Reşad Ekrem Koçu

1905 yılında İstanbul’da doğdu. Konya Anadolu İntibahMektebini (1918), Bursa Erkek Lisesini (1927) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi (1931). Mezun olduğu bölüme Ahmet Refik Altınay’ın asistanı olarak girdi; ancak, hocası 1933’te üniversite reformunda üniversiteden uzaklaştırılınca, kendisi de asistanlıktan ayrıldı. Kuleli Askeri Lisesi’nde, Pertevniyal, Vefa ve İstanbul liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Uzun yıllar Tercüman gazetesinde fıkralar yazdı, tarihî tefrikalar yayınladı. İstanbul’da öldü; Sahrayıcedid Mezarlığına defnedildi.

Reşat Ekrem Koçu popüler tarihçiliğin önde gelen isimlerindendir. Osmanlıların çeşitli dönemlerini anlatan tarihî romanlar ve araştırmalar yayınladı. En önemli çalışması olan İstanbul Ansiklopedisi’nin önce üç cildini çıkarabildi (1944-1951). 1958’de eseri yeniden yayınlamaya başladı. 1969’a kadar 10. cildin Eyüp maddesine kadar gelebildi. Ayrıca şiirleri ve çocuk romanları da vardır. 6 Temmuz 1975 tarihinde vefat etti. https://www.kitapyurdu.com

Orta Asya’dan Anadolu’ya, İpek Yolu’nda ticaretle uğraşan Türklerin heybelerinde gelen lâle, önceleri yavaş yavaş, zaman içinde hız kazanarak girdiği her yerde kültürleri değiştirdi. Lâlenin ve Lâle kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği kesindir. Roma ve Bizans’ın nedense hiç ilgilenmediği bu çiçek, Türk süslemesinde XIII. Yüzyıldan itibaren stilize edilmiş olarak Selçuklu âbidelerinde, yazma kitap ve kaplarında görülmeye başlar. İlk II. Kılıç Arslan’ın yaptırdığı saraydaki çini süslemelerde yer aldı. Mevlâna lâleyi “Allah’ın Çiçeği” olarak nitelendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde lâleyle anılan ilk sultan Yıldırım Bayezit’tir. Lâle desenli kaftanı ile meşhurdur. İstanbul’un fethinin ardından bahçelere olan düşkünlüğü bilinen Fatih Sultan Mehmet, Boğaz’ın uygun yerlerinde farklı çiçeklerden oluşan bahçelerin oluşturulması emrini vermişti.

… Lâle merakı, Avrupa’da XVI. Yüzyılın ikinci yarısında yayılmaya başlamış ve XVII. yüzyılın başlarında, bugün de bütün dünyada lâleleriyle tanınan Hollanda’da tam bir çılgınlık derecesine varmıştı. 1636 yılında lâlenin nadir türlerine talep birden artmış ve bunların satışlarını gerçekleştirmek üzere, Amsterdam, Rotterdam, Harlaem, Leyden, Hourn gibi şehirlerdeki borsalarda düzenli pazarlar oluşturulmuştu. (Lâle Doğunun Işığı DVD, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür A.Ş, 2003)

Varidat, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Prof. Dr. Bilal Dindar’ın   Tenkidli Basımından Tercüme Eden:   Dr. Cengiz KETENE, Türkçeleştirilmiş tam metin, https://ismailhakkialtuntas.files.wordpress.com/2011/05/varidat.pdf
 

Kalenderî bir hayat tarzını benimseyen çeşitli tasavvufî zümrelerin ortak adı.
Dünyayı ve dünyevî değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun, toplumsal düzenin inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık kıyafet, tutum ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sûfîlere kalender, bunların temsil ettiği tasavvufî zümrelere de genel olarak kalenderiyye veya kalenderîlik adı verilmiştir. Kalenderin Farsça’da “iri yarı, kaba” anlamındaki kalanter (Türkçe’de kalantor) veya Grekçe aynı anlamda kaletoz kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür. Kelimenin Farsça kalan sözcüğüyle ender ekinden oluştuğu ve “ağır yük taşıyan, ağır yük altına girmiş bulunan” mânasına geldiği yahut Arapça ekall kelimesiyle Farsça ender ekinden teşekkül ettiği ve “az, önemsiz” anlamında kullanıldığı kaydedilmektedir. Farsça tarihî metinlerde genellikle “rind, ayyâr, derviş” mânasına gelen kelimenin kökeni üzerinde kesin bir görüşe varılamamıştır. Öte yandan kalenderin Sanskritçe “töreyi bozan” anlamındaki kâlândâradan Farsça’ya geçtiği, kendi kabilesinin dışında bir kızla evlenen eski Hint yogilerine kalender denildiği, zamanla bu kelimenin Hintli ve İranlı dervişler arasında nefsi terbiye etme bağlamında özel bir anlam kazandığı ve bu derviş topluluğuna kalenderiyye denildiği de ileri sürülmüştür. Kalenderîlik üzerinde yapılan çalışmalarda da akımın geniş ölçüde eski Hint ve İran mistik akımlarından etkilenmiş olabileceğine dikkat çekilmiştir.
… KALENDERİYYE MADDESİ – Nihat Azamat, İslam Ansiklopedisi cilt: 24; s.253

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d240253

 

Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.78
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.83
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.162-163
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.145-146
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.149
PATRONA İSYANI – Abdülkadir Özcan, İslam Ansiklopedisi, cilt: 34, s.192. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=340189
PATRONA İSYANI – Abdülkadir Özcan, İslam Ansiklopedisi, cilt: 34, s.192. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=340189
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.193
PATRONA İSYANI – Abdülkadir Özcan, İslam Ansiklopedisi, cilt: 34, s.190. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=340189
Reşad Ekrem Koçu, Patrona Halil, s.245
PATRONA İSYANI – Abdülkadir Özcan, İslam Ansiklopedisi, cilt: 34, s.191. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=340189
“Tarihsel Olana Devrimci Bakış” – İhtilal Ateşinin Semenderi: Patrona Halil “Tarihsel Olana Devrimci Bakış” – İhtilal Ateşinin Semenderi: Patrona Halil Reviewed by Uyanış on 08:06 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.